İki ayda bir yayınlanan Öykü ve şiir dergisi "Lacivert" Temmuz-Ağustos sayısında Ayın Dosya Konusu olarak "MİZAH EDEBİYATI"nı seçti. Lacivert dergisi, Mizah Edebiyatı ile ilgili olarak 5 mizah yazarına çeşitli sorular yöneltti. Bu yazarlar; Altay Öktem, Barbaros Uzunöner, Cihan Demirci, Kandemir Konduk ve Metin Üstündağ...
DAMDAKİ MİZAHÇI'nız Cihan Demirci'nin "MİZAH EDEBİYATI" ile ilgili sorulara verdiği yanıtlar...
- Mizahın muhalif bir duruşu olduğu düşüncesine katılır mısınız?
- Katılmanın da ötesinde muhalif bir duruş olmadan mizahın olamayacağına inananlardanım. Ama daha öncesinde mizahın çıkışına bakmakta yarar var. İnsanlık adına en önemli miladın M.S.’den sonra yani ‘Mizahtan Sonra’ başladığını düşünürüm hep... M.Ö. yani ‘Mizahtan Önce’ dönemin insanlık için ne denli karanlık, sıkıcı, kuru, yavan, tatsız, tuzsuz geçtiğini tahmin etmek pek de zor olmasa gerek!.. İnsanoğlu, kendi tarihi içersinde mizahı keşfetmesiyle birlikte ‘insan olma’ yolundaki en önemli adımlarından birini de atmış oldu aslında farkında olmadan... Mizahın kökenlerine indiğimizde karşımıza ilk çıkan sözcükler; “Eğlence” ve “Hoşgörü”dür... Yeryüzünde hemen hemen bütün alanları içine alan mizah, başlangıç dönemlerinde eğlence ve hoşgörü boyutlarıyla kişilik kazanmış ve temel gelişimini sürdürebilmiştir. Mizah, başlangıçta karşımıza “eğlence” olarak çıkmıştır dedik. Ancak günümüz gözüyle baktığımızda daha önce de dediğimiz gibi; eğlence, bütünüyle mizah olmadığı gibi, mizahın bütünü de eğlenceden oluşmuyor...Tarihteki ilk mizah örnekleri; ilkbaharda yeni ürünü karşılama, sonbaharda ise ürünü kaldırma törenlerinde karşımıza çıkıyor... Bir ülkenin topluca eğlendiği bu törenlerde mizahında ilk biçimiyle ortaya çıkışını görüyoruz... Bu açıdan Hititler’deki “Purulli” ayinleri ile Eski Yunan’daki “Diyonizos Şenlikleri” en bilinen ilk örneklerden ikisidir...
Mizahın kökenlerinde yer alan Hititlerde kötü yöneticilerin eleştirilme boyutu da görülür...İnsanların henüz kabileler halinde yaşadığı dönemlerdeki bu törenlerde gerçekleşen eğlenceler tabii ki çok kaba, çok acımasız, oldukça ilkel bir mizah içermektedir. Batıda mizahı bedensel bir şiddetten ilk arındıranlar Atinalılar olmuştur... Mizahı giderek keskin-vurucu bir sanata dönüştüren de gene ilk onlardır... Eski Yunan’da mizah “komedya ile can bulmuş ve tragedyadan daha sonra gelişmiş, ancak ilk kez Aristophanes ile ayrı bir tür haline gelmiştir... Aristophanes, Atina toplumunun çok büyük bunalımlar geçirdiği bir dönemde yaşamıştır. Atina ile Isparta arasındaki savaşın körüklendiği bir dönemde Atina halkı savaş için ağır masraflara itilirken, Aristophanes yazdığı komedyalarla savaşa karşı çıkmış ve Atina’nın bozuk düzenini, bozuk kurumlarını ele alıp onları eleştirmiş, yermiştir... Sadece eleştirmekle kalmayan Aristophanes, yurttaşlarını uyarmak için onların da kötü yanlarını, yanlış yanlarını, eksik yanlarını alaya alarak bir yerde yurttaşlarına da yol göstermiştir... Kısaca, onun komedyalarında kötülüğü yermenin ötesinde yol gösterici-uyarıcı mesajlar da vardır... Ortaçağ’la birlikte mizah güdümlü bir hale getirilmiş, ürün eğlenceleri yerlerini kutsal bayramlara bırakmıştır...Tek tanrılı dinlerle birlikte mizah hem kurumlaşmış hem de yasaklarla tanışmıştır. Anadolu’nun en eski ürün karşılama eğlenceleri zamanla Hıdrellez adıyla kır gezintilerine dönüşmüştür...Kızlarla-erkekleri tanıştırma amacını güden koç katma ve çeşitli mesir şenlikleri ağırlıklarını Kurban ve Ramazan bayramlarına kaptırmışlardır... Günümüzdeki anlamıyla Mizah’ı doğuran ise Ortaçağ’ı yok eden, yeniden dirilişi ifade eden Rönenans hareketidir... Rönesans’la birlikte yer eden özgür düşünce eğilimi Mizahın gerçek yerine oturmasını sağlamış ve gelişmesine sebep olmuştur... Rönesans’la birlikte Mizah artık halka inmeye başlamıştır... (Cervantes’in Donkişot’u, Moliere’in eserleri, Voltaire’in felsefe sözlüğü vb eserler...)
Başlangıçta eğlendirme amaçlı başlayan sonrasında güldürmeyi buna ekleyen mizah, son aşamada “düşündürme” boyutunu da buna ekleyerek bence üç boyutlu bir hale gelmiştir. Bu yüzden mizahın üç ayağı olduğunu söylememiz gerekir; eğlendirmek, güldürmek ve düşündürmek. Düşündürme boyutu ile “Kara” bir hale de dönüşen mizah, bu noktada tam anlamıyla “muhalif” bir kimliğe sahip olmuştur. Bu noktada mizah, her zaman azınlıkta olan çoğunluğun sesidir…İnsanın ölümün soğukluğuna karşı hayatın sıcaklığını savunmak zorunda olduğunu bize bazen yüksek kahkahalar eşliğinde hatırlatan bir güzelliktir mizah. Kısacası; unutulmaması gereken en önemli nokta; mizahın bir muhalefet gücü olmasıdır. Bu muhalif duruş her mizahçının yoğurt yiyişine göre değişir, bazen fazlasıyla siyasal, bazen toplumsal, bazen sosyal, bazen tamamen kişisel, bazen de absürd bir görünüm sergiler. Ama her ahvalde “muhalif” bir duruş vardır. Mizah eğer, muhalefeti bırakıp, karşı tarafa geçerse yani; ‘iktidar’ olursa bu gücünü kaybeder ve o anda biter!.. Çünkü mizahtan “iktidar” olmaz. Günümüz mizahı işte bunun sıkıntısını yaşıyor, çünkü, popüler kültürün elinde “oyuncak” haline gelip sıradanlaşan bir mizah günümüzde artık “iktidar” rolünde karşımıza çıkıyor, bu da mizaha en büyük ihanet oluyor!..
80'li yılların mizah üretiminde önemli bir okul... Güldürü Üretim Merkezi... GÜM ekibi, 1984'ten kalma bir fotoğrafta toplu halde... En sağda oturan Aziz Nesin ustanın hemen arkasında köşeye sıkışmış kişi bendeniz Cihan Demirci!..
-Ülkemizde mizahın son dönemlerde popüler kültür malzemesi olarak kullanılıyor olduğu görüşü hakkında düşünceleriniz?
- Az önce de değindiğim gibi, günümüz mizahı ne yazık ki popüler kültürün elinde oyuncak konumuna gelmiştir. Oysa eskiden, popüler kültür dediğimiz şey mizahın elinde oyuncaktı ve doğrusu da buydu. Ama her şeyin tersine dönüştüğü korkunç, baş döndürücü bir kirlenme süreci yaşıyor insanlık, işte bu süreç var olan her şeyi nasıl kirletiyor, işlevinden uzaklaştırıyor, sıradan bir hale getiriyorsa, mizah da şüphesiz bundan payını fazlasıyla alıyor. Bakıyorsunuz, mizahçı eleştirmesi gereken insanların saflarına geçmiş, onlarla kolkola girmiş, onlarla birlikte yanyana para kazanır olmuş!.. Bir ülke insan malzemesiyle sapır sapır dökülüp, tamamıyla çürürken, mizahçıyı da bu çürümeden ayrı tutamazsınız!.. Tabii, şunu da unutmamak gerekir, mizahın bu tuzağa düşmesinde “popüler” bir anlatım aracı olmasının da büyük payı vardır. Çünkü mizah, popüler bir alanı beslemeye çok yatkındır. Bu durum avantaj olduğu kadar ciddi bir dezavantajdır. Günümüz mizahçısı mizahın popüler bir anlatım aracı olmasının avantajını hiçte “iyi niyetli” bir şekilde kullanamamaktadır. Çünkü günümüz mizahçısı nihayetinde büyük bir oranda televizyon aracılığıyla yapılan “mizah ticareti”ne yenik düşmüş görünüyor. Mizah bu noktada “muhalif” duruşundan da uzaklaştığı için, basit ve sıradan tüketim aracı haline geliyor. Tabii bu işi epeyce “cid-ti’ye” alan bir mizahçı olarak, bendeniz zamanında nitelikli bir mizaha bile pek yüz vermeyen edebiyat ortamımıza da kızarım doğrusu. Zira ülkemizin edebiyat ortamı, mizaha epeyce “üvey evlat” muamelesi yaptığı için kendini bu anlamda edebiyattan dışlanmış gören mizahçılar, popüler kültürün tuzaklarına daha kolay düşer oldular. Keşke edebiyat ortamımız, nitelikli bir mizahı zamanında daha fazla sahiplenebilseydi. Zira bu “dışlama” durumunu ustam kabul ettiğim Aziz Nesin’den sayısız kez, bizzat dinlemişimdir…
Aziz Nesin usta ile Cihan Demirci, Aziz Nesin'in ölümünden 19 gün önce, 17 Haziran 1995'te İzmit'te gerçekleştirdiğimiz son ortak söyleşide...
-Ülkemizin mizah potansiyelinin yüksek olmasının gerekçeleri, nedenleri?
- Bunu görmek için kafayı öncelikle Anadolu’dan gelip-geçmiş uygarlıklara bakmak gerekiyor. Anadolu bu anlamda mizahın doğumuna tanıklık etmiş, müthiş bir zenginliktir. Mizahın başladığı yerdir. Böyle bir coğrafyada var olmamız, bu topraklardaki mizah potansiyelini de zirvelere taşımıştır. Anadolu’da Hititlerle başlayan bir süreç sonrasında müthiş bir “sözlü” mizah geleneği çıkar karşımıza. Ezop masallarında başlayan mizah duygusu, Selçuklu’da Dede Korkut, Keloğlan ve derken Nasreddin Hoca ile doruklara çıkar. Selçuklu mizahı bence çok önemli örneğin. Çünkü bu “sözlü” mizah, doğrudan doğruya, bir “halk” mizahıdır, aracısızdır, saftır, su katılmamış bir mizahtır. Osmanlı ile başlayan süreçte zamanla sarayın ve tarikatların güdümüne giren bir mizahın izleri yoktur henüz Selçuklu mizahında. Bu anlamda çok daha özgürdür. Selçuklu’nun üzerine Osmanlı ile başka boyutlara da taşınan mizah “Bektaşi” kültüründen aldığı güçle, zenginliğini artırmıştır. Mizahın en eski kolu olan “Fıkra” Anadolu’da boy salmıştır. Özellikle Osmanlı ile birlikte, o geniş coğrafyada yaşayan “Azınlıkların” mizahımıza kattıklarının da altını özellikle çizmek gerekir. Azınlık kültürüyle beslenen bu topraklar, bu yönüyle de çok zengin, çok çeşitli bir mizah kültürünü armağan etmiştir bizlere.
Gene 17 Haziran 1995, Aziz Nesin usta ile İzmit'in tepesi; Keltepe'de...
- Mizah edebiyatı dalında yazar sayısı açısından bir azalma söz konusu mu?
- Mizahın özellikle son çeyrek yüzyılda, yaşanan toplumsal-siyasal gelişmelerden sonra eski “muhalif” gücünü yitirmesi, giderek sıradan, basit bir tüketim aracına dönüşmesi mizah edebiyatına da epeyce zarar verdi şüphesiz. Zaten daha öne de dediğim gibi, ülkemiz edebiyatı, mizahı hak ettiği yere bir türlü koyamamış, mizah bu noktada edebiyatın içinde hak ettiği yeri zaten alamamışken, giderek edebiyattan daha da uzaklaştı. Sahi, bu arada gerçek edebiyatta, edebiyattan uzaklaştığı için zaman-zaman sağlıksız bir buluşma söz konusu oluyor tabii ki!.. Bu ülkede mizahın edebiyatla barışması için çok yoğun çabalar gösteren, mizahı edebiyatın içine zorla da olsa sokmaya çalışan yazar; Aziz Nesin olmuştur. Bizim mizah edebiyatımız ne yazık ki, mizah edebiyatıyla hakkıyla ilgilenen eleştirmenler olmadığı için Rıfat Ilgaz ve Muzaffer İzgü ustalarla biter. 1980 sonrasının mizahı edebiyatın içinde kendine sanki hiç yer bulamamış gibidir. Daha sonrası henüz yazılmamıştır, yazılamamıştır… Bu yüzden zaten az olan “mizah yazarı” sayısı, daha da azalmış, hatta bence dibe vurmuştur. Şu an mizah öyküsü yayınlayan bir mizah dergisi bile yok ülkemizde!.. Bugün televizyona senaryo yazarak geçimini sağlayan birkaç yazarın, mizah dergilerinde kalan son bir iki yazarın dışında, düzenli kitap üreterek, dergi yazıları yazarak bu işi sürdüren kaç kişi var, siz söyleyebilir misiniz?..
-Yazarken beslendiğiniz kaynaklar?
- Bu ülkede mizahın kaynak suyu hiç tükenmez, sürekli gürül gürül akar. Yani durum böyle gibi gözükür ama, bence o kaynak suyu akarken de yıllar içinde dış ve iç etkenlerle epeyce kirlenmiştir ve giderek içilecek hali kalmamıştır. Evet, bu ülkede mizah yazarını besleyecek, hatta “obez” hale getirecek kadar zengin kaynak var ama kirli akan ve hiç değişmeyen bu kaynak bence anlamını giderek yitiriyor. Çünkü, henüz sistemini kuramamış, daha alt yapısını çözememiş ve böyle de bir niyeti olmayan bu “akla ziyan” ülkede sorunlar-sıkıntılar hiç değişmiyor, mizahçı da aynı sorunları, aynı sıkıntıları işleyen bir mizah yapmaktan sıkılıyor, bunalıyor o yüzden absürd bir mizaha sığınma, sarılma ihtiyacı duyuyor. Biraz da bu yüzden mizah giderek daha fazla bireysel hale geliyor. Dünyanın en “saf”, en “zeka” katılmamış insan malzemesi bizde. Örneğin, 26 yıldır yazan, 28 yıldır çizen biri olarak, elimdeki mizah kaynağının-malzemesinin yüzde 10’unu bile kullanamadan bu dünyadan göçeceğimi biliyorum. Kaynak sıkıntısı olmayan bu ülkede sıkıntı hep insan malzemesinde. Çünkü yönünü bulamamış, Doğuyla-Batı arasına sıkışıp kalmış bir ruh hali bizi zenginleştirdiği kadar yorup, çuvala çeviriyor. Zaten kendisi mizah ürünü olan böyle bir insan malzemesine mizah yapmanın inanın bazen tadı hiç olmuyor. O yüzden ben fazla malzeme yerine, daha az ama daha işlevsel bir malzemeye sahip olmak isterdim. Ayrıca son yıllarda hem mizahın hem de ülkenin içine düştüğü çıkmaz nedeniyle artık bu malzemeden de fazlasıyla çalınmaya başladı, onu da belirtelim. Örneğin, artık bu malzemenin içine “muhalif” tavır adına kırıntı bile atılmaz oldu...
-
Üç önemli mizah ustası: en üstte; Hüseyin Rahmi Gürpınar, ortada Cihan Demirci'nin çizgileriyle "Absürd" mizahın öncüsü Suavi Sualp ve Haldun Taner...
- Türk mizah edebiyat tarihinde önemli köşe taşları olarak neleri, kimleri görüyorsunuz?
- Benim çocuk yaştan başlayarak, sevdiğim mizah ustaları oldu. İlk önce, adı bugün tamamen unutulmuş olan, Hüseyin Rahmi Gürpınar usta gelir. Ben mizahı onun öykü ve romanlarıya sevdim henüz çocuk yaşta. Zaten bizim Cumhuriyet dönemi mizah edebiyatımızla Hüseyin Rahmi Gürpınar’a başlar. Yani çok önemli bir kilometre taşıdır. Sonra “absürd” mizahın ülkemizdeki öncüsü Suavi Sualp’in “Salata” dergisindeki mizahıyla tanıştım. Beni çarpan bir mizahtı onunki. Suavi Sualp, komikliğe önem veren, özgün ve absürd mizah yapan bir deha olduğu için edebiyat camiasına kendisini kabul ettirememişti, bu anlamda da mizah edebiyatının içine alınmadan erken yaşta göçüp gitti. Ardından mizahıyla ve sonrasında kendisiyle tanıştığım, hatta birlikte bir süre aynı iş yerinde çalışma onuruna erdiğim sevgili Aziz Nesin usta gelir ki, o bence bu ülkenin gelmiş geçmiş en önemli mizah ustasıdır. Suavi Sualp ne denli absürd ve komik bir mizah yapmışsa, o da tam tersine toplumsal-siyasal-sosyal bir mizahın muhalif gücünü gösterdi bize. İkisi çok ayrı iki uç gibi gözükür ama ben mizahçı olarak ikisini de sevdim ve o yüzden toplumsal mizah kadar, absürd bir mizahı da önemserim. Bu üç ismin dışında gene aynı ortamda çalıştığım Haldun Taner de çok sevdiğim bir isimdir. Bence o da önemli bir köşe taşıdır. Muzaffer İzgü de mizaha verdiği emek ve üretim sürekliliğiyle bir köşe taşıdır. Son sayacağım isim ise, geçen yılın sonlarında gene çok erken yaşta yitirdiğimiz sevgili Sulhi Dölek’tir. (Sahi; öncelikle çizerlikleri ile anımsanır olsalar da Oğuz Aral ve Altan Erbulak da benim için mizah edebiyatımızın köşe taşlarındandır...)
- Günümüzde mizah adına üretilenlerin, kalıcı edebi eserler olmak yerine anlık tüketilen ürünlerden oluştuğu eleştirisi hakkında görüşleriniz?
- Aslında bu sorunun cevabını bundan önceki sorularda yanıtladım sanırım. Günümüz mizahı, rotasından çıkmış bir seyir izliyor, muhalif tavrını epeyce yitirdiğinden, toplumsal-siyasal yönleri nerdeyse hepten uçup gittiğinden kalıcı olmaktan uzaklaşmış durumda ama bu sadece mizah için geçerli dersek yanlış yaparız. Mizaha fazla da haksızlık yapmayalım, edebiyatımızın durumu bence mizahımızın durumundan da beter. Yazar çok ama okur yok ülkede. Nitelik edebiyatın içinde daha içler acısı, zaten edebiyatın içinde sağlıklı bir yer edinememiş olan, sokak çocuğu vaziyetindeki mizahtan kalıcı-nitelikli işler beklemek ne denli doğru olur, bilemiyorum. Günümüzün beyni boşaltılmış insanı, mizahtan kalıcı işler yerine anında tüketilen ürünler istiyor. Bunu karşı durmak için ancak bizim kadar “deli” mizahçılardan olmak gerekiyor ama o zamanda yapayalnız ve parasız insanlar olarak, sessiz sedasız göçüp gidiyorsunuz bu insan yamyamı ülkeden!..
- Mizah edebiyatının sanatın diğer dallarıyla, -örneğin, sinema, tiyatro- etkileşimleri hakkında görüşleriniz?
- Mizah edebiyatı (Şu anda ne kadar varsa tabii ki) bu anlamda diğer sanat dallarıyla hep ilişki halinde olmuştur. Tiyatro ve sinema bu anlamda “Komedi” sanatının kanatları altında, mizahın en önemli soluk alanlarından biridir. Tiyatro sanatı zaten, Eski Yunanda “komedya” ile yola çıkmıştır zamanında. Sinemada ve tiyatroda “mizah” hala fazlasıyla geçer akçedir. Ancak günümüzde televizyon ve diğer teknolojik iletişim araçları sıradanlaşmış insanı esir aldığı için tüm sanat dalları eski gücünden uzak bir hale geldi. Bugünün insanı mizahı televizyonun dışında izlemez bir vaziyette. Bırakın herhangi bir mizah kitabını okumayı, gazetedeki-dergideki mizahı bile takip etmiyor. Tiyatro anlamında 1960’lı yıllardan bile geri durumda olduğumuzu söyleyebilirim. Çünkü o yıllarla ilgili bir araştırma yapmış ve 1968’de İstanbul’da ezici çoğunluğu komedi oynayan 40 tiyatro grubu olduğunu görmüştüm. Sinemada da durum farklı değil. Çok popüler bir stand-up’çı film yapmazsa, insanımız komedi filmine bile gitmiyor. Son dönemden yakın bir örnek vereyim; bence mizah tarihimiz için çok önemli bir film olan “Karagöz-Hacivat Neden Öldürüldü” adlı film, çok daha fazla ilgiyi ve seyirciyi hak etmişti ama olmadı… Şu bir gerçek ki; mizah edebiyatlaştığı anda, böyle bir donanıma sahip olmayan seyirci-okur-izleyici ondan uzaklaşıyor, bu yüzden de ayaküstü ve sıradan bir mizahla yetinmek durumunda kalıyoruz. Ancak neyse ki, çok küçük de olsa, küçücük bir azınlık hala, mizahı ciddiye alarak da gülmesini biliyor, iyi ki de biliyor, şahsen yoksa bu işi 26 yıldır sürdüremezdim…
(Kaynak: Lacivert Dergisi- Sayı:10 Temmuz-Ağustos 2006)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder