26 Temmuz 2006

"O olmasaydı, belki de bir çoğumuz bu ülkedeki milyonlarca gençten farksız olacaktık... O, içimizdeki 'mizah' volkanını açığa çıkardı... O bizle ilgilendi, bizi dinledi, bize dinletti...Hep dediğim gibi 'Sevapları günahlarından çok fazla oldu her zaman...' Ondan kâh korktuk, ona kâh kızdık, kâh sinirlendik ama onu hep sevdik, onu çok sevdik, o bizim 'OVUZ' abimizdi ne de olsa..." (Cihan Demirci)
"OĞUZ ABİ"SİZ İKİNCİ YIL!..
"Damdaki Mizahçı" Cihan Demirci, Oğuz abisiyle... "Cemal Nadir Onur Ödülü"ü aldığı geceden kalan bir anı... Tarih: 30 Mart 2002, Armada Oteli...

Sevgili ustamız Oğuz Aral26 Temmuz 2004'te gene hain mi hain bir Temmuz güneşinde Bodrum'da yitirmiştik... Bir başka karikatürcü arkadaşımız Necati Abacı gideli henüz 4 gün olmuştu ki, ciddi bir kaza geçirip ölümden döneli 23 gün olmuştu ki, annemi yitireli 36 gün olmuştu ki, o da gitti... Hem de, epeyce kendi isteğiyle gitti... Çünkü son yıllarda çok üzülmüş, çok bıkmış ve çok sıkılmıştı... Hayattan, ülkesinden... Öylesine bir adamdı ki, gideceği ana bile kendi karar verdi, araya kimseyi sokmadı... Hep aracısız yaşadı...
Ölümünün 2. yılında özlemle andığım ustam Oğuz Aral'la son yılarında yeniden yakınlaşmıştım. 2002 yılında Karikatürcüler Derneği'nin genel sekreterliğini yaparken, bugün sizlere gururla ve onurla söyleyebilirim ki; ona hayatının en anlamlı ödülünün verilmesini önerdim, bu ödülün doğuşuna-verilişine ön ayak oldum ve ustam "Cemal Nadir Onur Ödülü" gibi anlamlı bir ödülle bir gecelik de olsa moral buldu...
Ölümünden sonra Radikal-İki'de, Cumhuriyet Kültür sayfasında, bir kaç edebiyat dergisinde ve internet sitelerinde onunla ilgili pek çok yazı yazdım... İstiyorum ki bu kez o konuşsun, ve size pek çok konudaki görüşlerini bizzat o anlatsın...
Oğuz abiyle röportaj için gittiğim bir günde Mecidiyeköy'deki evinde... (1 Mart Cuma 2002)
Oğuz Aral; mizaha, karikatüre, Batıya
ve bize bakışını anlatıyor...

OĞUZ ARAL DİYOR Kİ...

26 Temmuz 2004'te Bodrum’da 68 yaşında yitirdiğimiz Türk mizahının büyük ustası Oğuz Aral, son yıllarında kalabalık karşısında gerçekleşen söyleşilere öyle pek sıcak bakan biri değildi. Son yıllarını geçirdiği Mecidiyeköy’deki atölye dairesinden dışarı pek çıkmıyordu zaten. Ne de olsa ‘Huysuz İhtiyar’dı ya! Onu epeyce uğraştıktan sonra zor bir şekilde ikna etmeyi başarmış ve 9 Mart 2002 tarihinde Beyoğlu’ndaki Cumhuriyet Kitap Kulübünde, Karikatürcüler Derneğinin etkinliğinde ortak bir söyleşi yapmıştım. O gün benim için unutulmaz bir gündü. Onu, 1. ölüm yıldönümünde onun dedikleriyle anmanın daha doğru olacağını düşündüm. Şimdi o söyleşiden sizler için seçtiğim, zihin açıcı bazı ‘Oğuz Aral’ görüşlerini ilk kez sizlerle paylaşıyorum ...

"Cemal Nadir Onur Ödülü" aldığı o unutulmaz gecede çizer dostlarıyla Oğuz abi... (30 Mart 2002, Armada oteli.)
“Gazete karikatürcülüğü- dergi karikatürcülüğü”
“ Gırgır yıllarından sonra çok şey değişti... Bu zamanın Gırgır’ını çıkarırsanız olur ancak ama böyle bir Gırgır’da ben yokum artık. Beş dakika bile ayakta duramıyorum görüyorsunuz. Karikatür sanatı aslında mizah dergileriyle yücelmiş ve gelişmiştir. Herkes zanneder ki, gazetelerde karikatür çıkınca karikatür sanatı şan kazanır, nam kazanır, para kazanır. Hayır!.. Gazete karikatürcülüğü denilen şey berbat bir şeydir. Allah kahretsin kim icat ettiyse!.. Sabah kalkarsınız, zaten akşamdan kalmasınızdır, bütün gazeteleri okuyacaksınız, haberleri dinleyeceksiniz, gazeteye soracaksınız ekstra bir şey var mı diye...Kısacası bir karikatürü haldırı hulduru yetiştirmek için önünüzde bir iki saat ya kalmıştır, ya kalmamıştır. Oysa mizah dergisine karikatür çizerken günlerce düşünme imkanınız, günlerce eskiz yapma imkanınız vardır. Beğenmediğinizi buruşturup atma, bir daha çizme imkanınız vardır. Dünyada da karikatür öyle sanıldığı gibi Hogart’larla filan değil, mizah dergiciliğiyle patlamıştır. İlk mizah dergisi, “Charivari” adında Fransız bir mizah dergisidir ve bu dergiden 75 yıl sonra ilk Türk mizah dergisi çıkmıştır. Halbuki matbaaya bakarsak, Batıda matbaa kurulduktan tam 300 sene sonra bize gelebilmiştir. Fakat mizah konusunda hiçte o kadar beklenmemiştir çünkü bu topraklarda zaten potansiyel hazırdır. Türk insanında mizaha karşı çok garip bir potansiyel var. İster çizgiyle olsun, ister komiklikle olsun. Şimdi dünya ülkelerine baktığımız zaman aşağı yukarı her ülkenin bir tane mizahi tipi, mizahi kahramanı var. İngilizlerin bir uşak tipi var, Macarları Ludaş Matyi diye bizim Keloğlana benzer bir tipi var. Ama bir de bize bakın; Keloğlan var, Nasreddin Hoca var, Bektaşi, Karagöz-Hacivat, İncili Çavuş vesaire vesaire... Bu kadar çok çeşitli tipe olan ihtiyaç nerden geliyor? Ben birkaç tane sebebini buldum... Tarihteki ilk üretim şenlikleri Anadolu’da yapılmıştır. Benim tahmine göre, insanoğlu ilk defa Anadolu toprağı üzerinde mağaradan çıkıp üretime geçmiş ve üretim şenliklerine başlamıştır. Üretim şenliği olunca da bu şenlikte komiklik olur, mizah olur , şiir olur... İşin ta burdan başlayan bir kökeni var. Büyük İskender’e; “Gölge etme başka ihsan istemem” diyen Diyojen Sinoplu. Ezop dediğimiz, şu anda Batı edebiyatının kökeninde olan Ezop da Anadolulu, Adanalı. Bir taraftan bakıyorsun Noel Baba, çok şirin bir adam filan o da Antalyalı...Var bunda bir iş canım, karışık bir iş! Anadolu insanı çok çiğnenmiş biri insan. Gelen geçen çok çiğnemiş onu. Belki de kılıcıyla, sopasıyla fazla karşı çıkmayı beceremiyor bu organize ordulara karşı, o zaman n’apıyor?.. Mizahıyla karşı çıkıyor...”

Ölümünden sonra Hürriyet gazetesinin özel olarak hazırlayıp verdiği "SON GIRGIR" dergisinin 3. sayfası...

“Batıda mizah nerde, bizde nerde?”
“Bakın aslında Batıda mizah bizden çok farklı bir yerde. Yurt dışındaki üniversitelerde pek çok konferans verdim. O zaman durumu çok daha iyi gördüm. 80’li yıllarda yurt dışında bir üniversitede konuşuyorum, orda bir profesör şöyle demişti bana; ‘Sizin için mizah çok doğal bir şey. Ben bu üniversitede profesörüm. Ben okuldan çıkınca benim hangi saatte hangi metroya bineceğim, eve gidince yemekte ne bulacağım, aybaşında saat kaçta hangi aylığı alacağım, hangi yaşımda emekli olacağım, emekli olduktan sonra kaç para maaş alacağım, maaş aldıktan sonra karımla hangi turistik gezilere katılacağım bütün bunlar bellidir..’ O sıralarda Türkiye’de Kenan Evren dönemi, o profesör sonra şöyle devam etti; ‘Oysa siz buradan Türkiye’ye döndüğünüzde hapsolur musunuz, öldürülür müsünüz başınıza neler gelir hiçbir şey belli değil. Bu kadar belirsiz, bu kadar heyecan içersinde bir ülkede tabii böyle bir mizah çıkar, bizde mizaha pek fazla ihtiyaç yok o yüzden...’ Aslında onların da görüşü de biraz böyle, biz buralarda kıyameti koparırken batıda mizah nerdeyse bitmiş, mizah dergisi kalmamış vaziyette idi o zamanlar... Bu durumu da şöyle düşündüm ben; birincisi, okur mizahçıyla aynı heyecanı paylaşmalı. Mesela, bir karikatür çizdin, dibi belli değil. O karikatüre dava açarlar mı?, Mahkum ederler mi belli değil. Ama o karikatürü de çizmeden duramazsınız. Bir de yazıişlerini filan dalgaya düşürüp o karikatürü mutlaka gazeteye sokup bastırırsınız, ya da kendi derginizde yayınlarsınız. Bütün her şeyi üzerinize alarak. Şimdi okur adeta altında ağı olmayan bir tramplenci seyreder gibi heyecanla sizin kaderinize katılıyor. Bu adamı asarlar mı, bu adamı keserler mi, bu adamı döverler mi diye hep heyecan içinde. Batıda ise böyle bir şey olmuyor ve oradaki okur da biliyor bu durumu. Verseler verseler en fazla beşbin frank bir ceza verirler. Yani orda paylaşacak heyecanı kalmadı karikatüre bakmanın. Bu bir... İkincisi daha da önemli; Televizyon!.. Batıdaki karikatürcü arkadaşlarla bunu zamanında çok tartışıştık şimdi bizde aynı noktaya geldik. Şimdi öyle bir televizyon düşünün ki, bilmem kaç tane kanal, her gece yüzlerce görüntü patlıyor, binlerce reklam geçiyor, bir saniye içinde üç-dört plan geçiyor. N’oluyor biliyor musunuz?... İnsanda göz aşınması oluyor... Göz aşınması olmuş birinden, bir ince çizgideki marifeti, bir karikatürdeki ifadeyi kolay kolay anlamak ve algılamak mümkün olmuyor. Şöyle bir bakıyor, işte o bakışı patlayan bir görüntüye bakar gibi oluyor. Karikatür biraz da emek sanatıdır. Bir karikatüre bakarsınız, bakarsınız birden siniriniz bozulur ama bilmem ne kadar baktıktan sonra olur bu, başlarsınız o sinir bozukluğundan deli gibi gülmeye. Şimdi göz aşınmasına uğramış bir kuşaktan fazla bir şey beklemeye hakkımız var mı, bilmiyorum...”
Yazarlığı hakkında ne diyor:
“Bir kere ben resim hayal edebiliyorum, yazarlar resim hayal edemez, kelimelerle düşünür. Bu bir avantaj ama ikincisi; yazarlık çok zor bir şeymiş, yani allah sizi korusun çok kaypak bir şey. Şimdi çizgide bir şey çizersiniz, onu beğenmezseniz oturur tekrar çizersiniz hallolur ama sözcükler öyle değil ki, gaydırı kuppak Cemilem işte!.. Şimdi cümleyi böyle yapıyorsunuz olmuyor, çevirip başka türlü yazıyorsunuz, bu defa da başka türlü bir anlam çıkıyor ortaya. Halbuki ben başka bir şey anlatmak istiyorum. Bir de başlıyorsunuz yazmaya, ortaya anlatmak istediğiniz değil bambaşka bir şey çıkabiliyor. Yani yazarlık kötü bir şeymiş, iyi ki geç başlamışım...”
... Ve son yolculuk anında, bugüne dek kimseye kısmet olmayan bir görüntü... Cenaze arabasının arkasında kaçak bir yolcu... Onu orada da yalnız bırakmayacak olan sevgili AVNİ...
“Karikatürden muhalefetin kalkması mümkün değil!”

“ Şimdi muhalefet derken hepinizin aklına otoriteye muhalefet geliyor. Dünyanın en kolay şeyi otoriteye muhalefettir. Şimdi ben bir başbakana ya da işadamına giydiririm, sizde buna bayılırsınız. Aramızda adeta dedikodu yapmak gibi bir şey bu, üçüncü bir kişiyi çekiştirmek gibi. İkimizde bundan haz duyarız. Bugüne kadar muhalefet denince akla hep bu geliyordu çünkü hep böyle yapılmıştı ve hala böyle yapılıyor. Ben şimdi bir tane Ecevit karikatürü çizsem, bayılacağım, bu birinci aşamadır mizahta ve en kolayı budur ve tarihten beri böyle yapılmıştır. İkimiz birlik olacağız, bir üçüncü kişiyi çekiştireceğiz. Bunun bir evresi daha var, bir başka kişiyle dalga geçmek yerine ben kendimle dalga geçerim. Kendimle dalga geçtiğim zaman siz de gülersiniz. İşte Huysuz İhtiyar’da olduğu gibi. Ben kendimle dalga geçerim yani bir anlamda kendime muhalefet yaparım. Bunu bir diğer aşaması daha var, bir üçüncü kişiye değil, kendime değil bu kez size muhalefet ederim. Yani sopayı size sallarım. Yani okuru hedef alırım ki en zoru budur. Belki bugünün karikatüründe de en büyük muhalefeti kendi okurlarına yapıyorlar. Ama karikatürden muhalefetin kalkması mümkün değildir sadece odaklar ve hedefler değişmiş olabilir. Sonuçta muhalefet değişmez...”

(Oğuz Aral'ın bu görüşleri, Cihan Demirci'nin kendisiyle 2001-2002 yılları arasında evinde bir kaç kez gerçekleştirdiği söyleşilerden alınmıştır, bu sitedeki diğer yazı ve görsel malzemeler gibi bu yazıdan kaynak gösterilmeden alıntı yapılması hiçte hoş olmayacaktır...)

Hiç yorum yok: