MİZAH SANMIŞTIM NEŞEYİ
Denizin hemen kenarında, denize adeta sıfırda bir masa bulup, oturmuşuz güzelim bir balıkçı meyhanesine… Ege’nin o tatlı tatlı esen, adeta insanın içine usul usul işleyen bol imbatlı gecelerinden biri. Gökyüzü öylesine yıldız kaynıyor ki, sanki bu gece yıldızlı pekiyi almış. Etraftaki mekanlardan çeşit çeşit müzik nağmeleri yükseliyor. İspanyolca bir parçanın coşkusu içinde arabesk feryatlar boğuluyor.
Gece bir, biz ise üç kişiyiz. Ayıptır söylemesi üç mizahçıyız masada. Üstelik mizahı ciddiye almak gibi bir hata yapmış üç mizahçı…
İlk kadehler doluyor. Dalgaların sesi vuruyor nerdeyse ayaklarımızın altına. “Ayak altında dolaşma be kardeşim” diyeceğiz nerdeyse birazdan denize… Üçümüz de bildiğimiz için rakı içme adabını, suları koymadan, öyle hemen sazan balığı gibi atmıyoruz bardağın içine buzları. Her şeyin bir raconu vardı eskiden. Önce rakı konur, sonra su konur ve derken buz öyle atılırdı. Şimdi önce buzları koyuyorlar, sonra rakıyı. Zavallı anason bir türlü açığa çıkamıyor. Nefes alamıyor. Bardağın içinde öylece debeleniyor. Rakının tadı kaçıyor elbet. Hala uyanmadılar ki, önce buzlar eriyor, bakın kutuplarda bile öyle. Neyse… Dakika bir, kadeh bir. Tek kale bir gece olacağa benziyor. İlk kadehlerimiz havaya kalkıyor. Bardaklar görüldüğü anda vuruluyor birbirine. Birbirini gördüğü anda birbirine vurulan iki bardak ilk vuruluşta aşka inanır mı acaba?.. Havadaki tatlı esinti giderek daha da artıyor sanki.
Lakin sanki hepimizin içinde yazılası bir hüzün var gibi. Ne de olsa sadece denizin kenarında değil, en hoyrat zamanların dibindeyiz. Bu gece, bu meyhanede muhabbetin dibine vuracağımız hava kadar açık.
Üç mizahçıyız. Üçümüzün de denize dalıyor bir an gözleri. Uzaklaşmakta olan bir balıkçı teknesinin motorunun çıkardığı o patırtılı sese, balıkçı ağı gibi takılıyoruz.
Bir bardağımdaki rakıya bakıyorum, bir denize…Bir denize bakıyorum, bir rakıya… Gerçekte hangisi yükseliyor, hangisi azalıyor acaba?.. Anlayamıyorum… Birden ellerim rokaya dalıyor. Haydariden bir kaşık götürüyorum.
Biraz kavundan ve peynirden alıp; “Arkadaşlar yaaa” diyorum muhabbete bodoslamadan bir giriş yaparak…
“ Son zamanlarda içimi yazılası bir hüzün kapladı… Ama sözel bir toplumuz ya, hani yazmadan önce konuşalım dedim biraz. Bu gece özellikle paylaşmak istiyorum bu hüznü sizinle. Evet çocuk yaştan beri, sulugözün tekiyim zaten aslında. Kolay ağlarım her Türk gibi. Lakin artık oldukça da zor gülüyorum. Mizahımı da, içimi de sonsuz bir hüzün kapladı. Yaşımız kemale eriyor, ondan mı, yoksa buzumuz erken eriyor da ondan mı, yoksa eriyen bir koca ülkenin geleceği mi, ne dersiniz?..”
Hulusi arkadaşım rakısından epeyce bir yudum alıp giriyor söze:
“ Kuddusi, işin aslı hem buzumuz eriyor bu ülkede, çünkü çok su kaçırdık şu hayata, hem de şimdi kemale ermenin, gonca gonca hüznünü deriyoruz… Hem kardeşim, sadece sende mi zannediyorsun bu hüzün? Mizahçı dediğin adam, sadece gülecek ve de güldürecek di mi?.. Yok bunun başka yolu… Bu kadar basit mi yaaa?..
Lafa bu kez diğer arkadaşım Gıyasi dalıyor:
“ Eeee mizahçı dediğin hüzünlenir mi canım?.. Dert eder mi hiç hayatı kendine… Dert eder mi hiç ülkeyi, sorunları, sıkıntıları… Önce kendi güler her yaptığı espriye… Umursamaz hiçbir şeyi…Budur kardeşim, kadar basit işte… Peki sen Kuddusi, sen Hulusi ve ben Gıyasi… Bize n’oluyor böyle arkadaş… Neden içimize turşu basar gibi hep hüzün basıyor birileri.. Neden?..
Kuddusi olarak tekrar almıştım sözü:
“ Gıyasicim, Hulusicim biliyor musunuz ki, bizi bunca yıldır hep kandırdılar mizah adına yaaa…”
“ Nasıl yani” diyor koro halinde Gıyasi ve Hulusi… Devam ediyorum sözlerime:
“ Nasıl olacak arkadaş, bize mizah denen şu güzelliğin sadece güldürmekle, gülmekle ve kişiden kişiye değişen oranlarda bir neşeyle sınırlı olduğunu söylediler hep. Oysa işin aslı başkaymış. Bakın ne demiş Mark Twain?..”
Gıyasi araya giriyor: “Ne demiiiiiş?..”
“Demiş kiiii, mizahın kaynağı neşe değil, aslında hüzündür, o yüzden cennette mizah yoktur!..”
Gıyasi bu sözün üstüne yarısı içilmiş rakısının tamamını içme ihtiyacı duyuyor ve rakıyı içer içmez şaşkınlığını ifade ediyor:
“ Hadi beee!.. Böyle de laf denir mi be kardeşim… Ah be Mark abi, yıktın bütün ezberimizi… Mizahın kaynağı neşe değil haaa?.. Neşeee… Sen diil misin kız?.. Yani Neşe bana bir kızı hatırlattı da o anlamda söyledim arkadaşlar… Haydaaa… Buyur bakalım… Gel de bu sözü buradan yak… Mizahın kaynağı Mark abimizin dediği gibi; neşe değil de hüzünse eğer, bizim içine düştüğümüz bu hüzün haybeye değil o zaman, bak hiç olmazsa buna sevindim işte…Hadi içelim, anason gibi açığa çıkıp açılalım arkadaşlar…”
Bardaklarımızın kanatlanıp havalandığı anda, bu kez Hulusi de söz:
“ Kuddusi, bak canım bu güzel sözün üstüne ben de sana Charles Baudelaire amcadan bir söz ekliycem. Tam yeri ve zamanı. Charles amca da zamanında çıkmış ve demiş ki: ‘Acının iki çocuğu vardır: biri gözyaşı, diğeri mizah…’ Pekiii şimdi buna ne demeli?.. Sanki Mark abimizle sözleşmiş gibiler diil mi?..”
Üçümüzün gözü yeniden denize dalıyor… Yüzme bilmedikleri ve buna rağmen açıldıkları için, girdikleri denizde boğulmak üzere olan acının çocuklarını görüyoruz sanki suyun yüzeyinde… Mizahın kaynağına inmek adına denizin en derin olduğu yerler düşüyor belki de aklımıza. İşte o derinlere dalıyor, herhangi bir midye çıkartmayacak olan gözlerimiz…Zaten midye dolması masada bize bakıyor. Yaprak sarmadan alıyorum bir tane. Zeytinyağlı biber dolmaya takıyorum çatalı. Gene her daim olduğu gibi rakı yetişiyor imdadımıza… Kadehler şimdi daha da yükseğe kalkarken, sözü kaldığı yerden alıyorum:
“ Arkadaşlar, gördüğünüz gibi iki büyük yazar ve daha nicesi aslında, süngerci misali çok daha derinlerde aramış mizahın ne olduğunu… Üstelik tıpkı bir süngerci gibi diplerde vurgun yemek uğruna… Amma velakin, bizim gibi ömrü boyunca doğu hüznü taşımacılığıyla mükellef insanlardan oluşan bir toplum sadece gülmeye ve güldürmeye sarılmış mizah deyince. Mizahın sadece neşelenmek için var olduğunu sanmışız. Oysa mizah onun hep sinir ilacı olmuş bu ülkede. Sinirlerini mizahla yatıştırmış. Aslında acının çocuğu olabileceğini hiç ama hiç aklına getirmemiş mizahın. Mizahın m’si olmayan hayatların içinde boğulup, acıların çocuğu olmuş ne de olsa…”
Rakının süngercisi Gıyasi giriyor araya:
“ Doğru dedin be Kuddusi… Aslında ne acı di mi: acıların çocuğu olmuş bir toplum, acının çocuklarından birinin mizah olduğunu bilmeden yaşamış bunca yıl… Hala da o şekilde yaşıyor. Baba çocuğundan habersiz… Yani çocuklar Türk filmlerinde olduğu gibi, gene kime amca, kime baba diyeceklerini bilemiyorlar… Biz bu filmi daha önce görmüştük bee!.. Pekiiii, biz neye mizah diyeceğiz arkadaş, sen şimdi bana onu söyler misin?..”
Önce masamıza bir porsiyon kavun ve bir pilaki daha söyledikten sonra, Gıyasi’ye şunu söylemeye çalışıyorum:
“ Madem bu gece, bazı büyük yazarların büsbüyük laflarından gidiyoruz. Benim bir söz daha var aklımda kalan… Bakın arkadaşlar… Sevgili Hulusi ve Gıyasi… Bernard Shaw da diyor ki: ‘İnsanların ölmesiyle yaşamın gülünçlüğü nasıl değişmezse, insanların gülmesiyle de yaşamın ciddiyeti değişmez.’ Adam aynen böyle diyor usta… Yani, gülünçlükle ciddiyet öylesine iç içe ki bu alemde, fındıkla kabuğu gibi…Gel de şimdi iç içe içme arkadaş!..”
Yudum insanı Hulusi, rakısını gene köküne kadar yudumlayıp, ufaktan sözü alıyor:
“ İnsanoğlu ne tuhaf bir yaratık diil mi arkadaşlar?.. Ömrü boyunca öğreneceklerinin trilyonda birini öğrenemeden aynen yolcu ediliyor Tahtalı’ya. Sonra da hayatın anlamını arıyor çıkıp birileri… Hiç sormazlar mı adama: sen daha anlam içinde hiç kullandın mı hayatı ki, anlamını arıyorsun arkadaş?.. Hangi anlam?.. Valla bazen insan dayanamayıp ‘Al anlamını da git’ diyor. Bi de şuna dayanamıyorum, ‘Neymiş evrende yalnız mıymışız?’ Soruya bak…”
Gıyasi, pilaki tabağını tabağına boşalttığı sırada atılıyor söze:
“Hulusicim, gene her zaman yaptığın gibi itinayla dağıttın konuyu yaaa…Biz mizahın kaynağının hüzün olduğundan, acının çocuklarından birinin mizah olduğundan, gülünçlükle ciddiyetin ne denli iç içe salon salomanje bir vaziyette bulunduğundan bahsederken nerden çıktı şimdi evrende yalnız olup olmadığımız canım kardeşim?..”
Gene rakı sularında gezinen Hulusi’den önce ben yanıtlıyorum Gıyasi’yi:
“ Gıyasicim, Hulusi aslında hep yaptığı gibi bu kez konuyu dağıtmadı bana sorarsan. Zaten dağılmış olan bir konuyu evrende topladı. Evrende yalnız olup olmamak da, kaynağı hüzün olan mizahı ve de biz elde kalan son mizahçıları acayip ilgilendiriyor icabında… Bana sorarsan evrende yalnız değiliz… Biz aslında Evren’le yalnızız… Biraz Marmaris’ten aşağısı oldu ama n’apalım vur beline darbeyi… İşin acı mizah gerçeği Evren’den beri yalnızlaştık şu alemde arkadaş… Bugün kendimizi fazlasıyla yalnız hissediyorsak eğer, Marmaris’e, Armutalan mevkiine doğru kaldıralım kadehlerimizi…”
Hulusi’nin gözü pırıl pırıl parlayan denize dalıyor ve o dalmışlıkla atılıyor söze:
“Armutalan’ın iyisini aldık biz dostum.. Yıllar yıllar önce armutalanın iyisini yedik hep birlikte ayva niyetine…
Rakının dibine vuran Gıyasi giriyor lafa:
“ Ayva dediniz de, mevsimi olsaydı şimdi finalde biraz limon ve kahveyle ne güzel giderdi rakının üstüne diil mi?..”
Konunun gerçekten dağıldığını görünce, sözü toplamak adına dalıyorum gene balıklama lafa:
“ Mizahçı arkadaşlarım… Hulusi ve Gıyasi…Denize dalmıştı gözlerim ve ne demiştim masaya oturduğumuz anda: içimi yazılası bir hüzün kapladı…Hem de boydan boya, duvardan duvara… Şimdi daha fazla ortaya dağılıp saçılmadan şu mevzuyu toparlamak istiyorum müsaadenizle… Gördüğümüz gibi, mizahçıyız diye geçiniyoruz ama, asıl kaynağımızı bile bilmiyoruz biz daha… Hangi kaynaktan beslendiğimizi bilmeden yazıp-çiziyoruz yıllardır… Yarına herhangi bir kaynak aktaramıyoruz belki de sırf bu yüzden… Oysa bir Türk sanat musikisi eseri gibi, makamıyla söyleyerek: mizah sanmıştım ben neşeyi, demek geliyor şimdi içimden… Bence de neşe değil, mizahın kaynağı olan o kadının adı: hüzün’dü… Hüzündü o kadının adı arkadaşlar… O kadın ki, acının çocuğu olarak kapımıza gözyaşının yanında mizahı bırakmıştı kundakta… Biz onu hep neşe sandık… Oysa en neşelendiğimiz anlarda bile hüzünle dipdibeydik bu ülkede… Aldandık… Aldandık arkadaşlar… Her zaman yaptığımız gibi, gene her Türk gibi bir güzel aldandık… Oysa bizim kaynağımız hüzün, acımızın çocuğu ise mizahtı. Biz o yüzden böylesine sulugözlü bir toplumuz arkadaşlar… Bu yüzden bir gözümüzden yaş akar, diğer gözümüzden mizah…”
Biz üç mizahçı, o gece, o balıkçı meyhanesinde, denize sıfır bir masada, benim bu cümlelerimden sonra bir daha hiç konuşmadık, ta ki masaya hesap gelene kadar…
Biz üç mizahçı, hesabı aramızda ödeyip masadan kalktığımızda, denize daldı gene gözlerimiz… Deniz aktı, bize baktı… Biz akamadık ama denize baktık…
Biz üç mizahçı, ayıptır söylemesi aslında mizahın kaynağından epeydir uzaklaştığını, o yüzden ayak üstü yapıldığını ve ayakta işediğini biliyoruz. Böylesi bir mizahta kaynak kişi artık hüzün değil tabii ki… Acının iki çocuğundan biri de mizah değil elbet…
Mizahı ayakta ve arkamızda bırakıp yürüyoruz gecenin içinde… Yürürken üçümüz birden denizin içine soktuk sesimizi ve her birimiz başka bir makamdan olsa da söyledik hep aynı şarkıyı:
“Mizah sanmıştım ben neşeyiiiiii…”
*****
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder