21 Mart 2006

Murat Amca Aile Sineması

Kitaptan bir iç resim...O yıllardaki 5 kahramanım...

(Çizim:Cihan Demirci)

"DAMDAKİ MİZAHÇI"nız Cihan Demirci henüz 42'sindeyken , 2005 yılının Ekim ayında çocukluk anılarından oluşan ve okuyanı alıp 1970'li yılların İstanbul'una götüren "BEN BÜYÜYÜNCE DE ÇOCUK OLUCAM" adlı bir kitap yayınlamıştı... Şimdi bu anı kitaptan "DAMDAKİ MİZAHÇI" blogseverleri için çok sevdiğim, sinema aşkımı anlatan, öykü kıvamında bir bölüm karşınızdaaa...

Murat amcalara akşamları misafirliğe gitmek benim için ayrı bir keyif, ayrı bir mutluluk kaynağı oluyordu. Çünkü Murat amcanın evi bizim aile sinemamızdı artık!.. Onun evinin perdeleri bizim beyaz perdemizdi!.. Onun duvarlarına yansıyan projeksiyon makinesiyle çocukluğumun tüm kahramanları canlanıyordu... Çünkü Murat amca, bir Yeşilçam sakiniydi... Murat Kun... Beyoğlu’ndaki meşhur Yeşilçam sokağında film makineleri tamir eden küçük bir dükkanı vardı ve bütün hayatı filmdi anlayacağınız...

Evinin bütün duvarları film kutularıyla, çeşit çeşit projeksiyon makineleriyle doluydu. Herkesin kütüphanesi, kitaplığı olur, bizim Murat amcanın dolu film kutularından oluşan filmliği vardı... Yan yana dizilmiş kutularda, kimisi 8’lik, kimisi 16’lık ve kimisi 35’lik pek çok film...

Murat amcanın evinin salonundaki duvara düşen görüntülerde ilk tanıştığım oyuncular sessiz sinemanın en büyük ustalarıydı... Onların sesleri çıkmıyor ama onları izlerken bizim gülmekten fazlasıyla sesimiz çıkıyordu. Stan Laurel ve Oliver Hardy denen komedyenlerle, ya da daha bilinen adlarıyla Lorel-Hardi ikilisiyle Murat amcanın evinin duvarında ilk kez tanıştığımda henüz 9 yaşındaymışım... Ve tabii Lorel-Hardi ikilisini de sollayacak bir başka büyük komedi ustası Şarlo... Büyük usta Charlie Chaplin’in sessiz ve kısa komedi filmleri... Kahkahalarımızın dört duvarı çınlattığı Fındıkzade geceleri... Benim yeni kahramanlarım belliydi artık: Şarlo ve Lorelle Hardi...

Annemle babama mutlaka bir fırsat yarattırıp, soluğu sürekli olarak Murat amcaların evinde alıyordum artık... Benim bu aşırı ilgimi gören sevgili Murat amca, günün birinde bana hayatımın hediyesini verdi... Bu hediye 8 milimetrelik bir projeksiyon makinesiydi... Makineyle birlikte tam bir çanta dolusu; Lorel-Hardi, Şarlo ve Walt Disney çizgi filmi...

Artık bizim evimizde sinemaydı!.. Kendi odamı “Sinema Cihan” haline getirmiştim. Odamın kapısının hemen üstüne kendimce bir tabela asmıştım. Üstünde “Sinema Cihan” yazıyordu. Amcamın kızlarını bile kapıda kestiğim uydurma biletle alıyordum artık içeri... Tabelamın altında program da yazardı. Bugünkü film: Şarlo Asker, Gelecek program: Lorel-Hardi Tatilde...

Bu filmleri 8 milimetrelik projeksiyon makinesinde oynatmak da kesmemişti beni. Özellikle tekrar tekrar izlediğim Lorel-Hardi ve Şarlo filmlerinin en hareketli sahnelerini iyice ezberliyor, sonra da amcamın kızları Canan ve Çiğdem’le, Murat amcanın kızı İlknur’un karşısında bu sahneleri bizzat oynuyordum artık. Bu sırada rol arkadaşım da elimde hoşafı çıkan zavallı bir yastık oluyordu genellikle...

Çeşitli sakarlık numaraları, kayıp düşmeler, şekilden şekle giren yüz mimikleriyle, bir elde yastık, bir elde dedemin bastonu derken sessiz film gösterim son buluyordu. Şarlo gibi iyi kayayım diye mutfaktan aldığım muzu hemen yiyor, sonra kabuğunu film malzemesi olarak yanıma alıyordum. Bu arada seyirci sayım giderek artıyordu!.. Henüz çok küçük olmalarına rağmen teyzemin çocukları Bülent ve Arzu, dayımın kızı Nilay, tuhaf ve şaşkın bakışlarla izliyorlardı bu sessiz film gösterilerimi...

Ne de olsa henüz “televizyon” denen o karakutunun insanları yaka paça reyting esiri almadığı yıllardı... Televizyondan önce sinemayı tanımış, ona aşık olmuş son kuşağın insanı olacağımı o zamanlar bilemezdim tabii ki. Sinemaya sevdalanmıştım bir kez... Günlerim, henüz yeni yeni deneme yayınlarına geçen, yayınları sık sık kesilen, bir türlü tam olarak ısınamadığım televizyondan çok, 8 milimetrelik projeksiyon makinemin başında geçiyordu daha çok. Murat amcadan aldığım 8 milimetrelik sessiz filmler bana yetmez olmuştu üstelik. İşte bu dönemlerde gene Murat amca yetişti imdadıma...

Televizyonumuzun çoğu zaman kapalı durduğu ve üstünü annemin ördüğü dantel örtülerin kapladığı o günlerde benim en keyifli sinemam Murat amcaların eviydi...

Haftada bir gece Murat amcalardaydık düzenli olarak. Özellikle de Salı geceleri, yanılmıyorsam... Salı geceleri bizim yerli film seyretme akşamımızdı hem de sesli olarak... 35 milimetrelik bir projeksiyon makinesinde, üstelik sesli bir şekilde, hem de evde film izlemek, 1972’lerde kaç kişiye nasip olmuştur acaba İstanbul’da?.. Murat amcanın hem kendi makineleri vardı, hem de kendisine tamire gelen bazı makineleri kısa süreliğine eve getirirdi, o yüzden her hafta değişik bir projeksiyon makinesinde, pek çok Türk filmi seyrettik onların salon duvarında. Artık her Salı geceleri annem, babam ve ben, ailecek, kuruyemişlerimiz, kuru pastalarımızla birlikte onlardaydık...

Salı’ları iple çekiyor ve hafta boyunca adeta “Salıklıyordum” artık. Murat amcanın evinin her tarafı sinema kokuyordu. Salonun duvarına Necdet Tosun’lar, Vahi Öz’ler, Mualla Sürer’ler, Hulusi Kentmen’ler, Öztürk Serengil’ler, Suphi Kaner’ler, Cevat Kurtuluş’lar, Ahmet Tarık Tekçe’ler, Belgin Doruk’lar, Ayhan Işık’lar yansıyordu artık her Salı gecesi...

Özellikle, eh biraz da benim diretmemle genellikle komedi filmlerini tercih ediyor, hatta bir hafta sonrası için Murat amcaya film siparişi veriyorduk. Şarlo ve Lorel-Hardi’yle “sessizce” başlayan bu tutku, şimdi Vahi Öz’le, Necdet Tosun’la “sesli” olarak sürüyordu...

Sonra bir gün bununla da yetinmeyip, babamın elinden tuttuğum gibi Murat amcanın Yeşilçam sokağındaki o küçük dükkanında aldım soluğu... Aman Tanrım!.. Şu az önce önümüzden geçen şişman amca Necdet Tosun’du işte!.. Ya şu az ilerdeki kelaj adam, Öztürk Serengil değil miydi?.. Olacak şey değildi!.. Murat amcanın salonunun beyaz duvarına yansıyan o insanlar bu sokakta ellerini, kollarını sallayarak dolaşıyorlardı, gözümün önünde...

Murat amcanın sayesinde Necdet Tosun’la tanıştım bir başka gün.. Necdet amca, babamın yakın arkadaşı olmuştu bu arada. Doğrusu iki şişman bir lokantaya yakışırdı ama onlar babamla daha çok ya boğaza balık tutmaya, ya da Trakya ‘ya keklik avlamaya gidiyorlardı... Tuttuklarını ya da vurduklarını dayanamayıp hemen oracıkta yedikleri, dönüşte biraz daha şişmiş olan göbeklerinden belli oluyordu!..

Hulusi Kentmen’le tanışmanın keyfi

Babamın tıpkı Murat amca gibi gene Karasu’dan kalma bir de albay arkadaşı vardı... Çok renkli bir insan, dünya tatlısı bir adamdı Hüseyin amca... O ve eşi Semahat teyze, çocuk yaşta hayranı olduğum bir başka büyük oyuncunun, Hulusi Kentmen’in aile dostuydu...

Ve çocukluğumun unutulmaz bir gecesinde Hüseyin amcalarla birlikte, annem, babam ve ben, Hulusi Kentmen’in Beylerbeyi’ndeki evine misafirliğe gittik...

Murat amcanın duvarına düşen bir görüntünün daha canlanmasına tanık olacağım için çocukça bir heyecanla tir tir titriyordum ben o gece...

Kapı açıldığında tıpkı, o filmlerdeki gibi babacan, yufka yürekli ve sevimli bir fabrikatör duruyordu karşımızda... Heyecanla sarılmıştım ona ama gene de temkinliydim, ne de olsa otoriter bir fabrikatördü Hulusi amca... O anda içime sonradan şiire dönüşecek şu cümle düşmüştü: “Benim fabrikatörümün gönlü zengindi, adı Hulusi...”

Hulusi amca çok doğal ve samimi bir insandı. Evinin pek çok yerinde oğlunun resimleri duruyordu. “O benim tek oğlum, aslanım o benim” deyip resimlerini okşuyordu. Pekiiiii, ya Tarık Akan, ya Kadir İnanır... Yoksa onlar Hulusi babanın oğulları değil miydiler?.. Ya kızları Filiz Akın, Gülşen Bubikoğlu?.. Kafam filmlerle, gerçek yaşam arasında karışıp kalmıştı sanki... Salonun kapısının her açılışında içeri şımarık oğlu Tarık girecek zannediyor ama girenin çay taşıyan eşi olduğunu görüyordum...

O koskoca fabrikatör ne kadar da içten ve candan bir Hulusi amcaymış meğer... Vay be, beyaz perde, ya da ah şu Murat amcanın beyaz duvarı!..

Hulusi baba, sıkı bir denizciydi laf aramızda... Evinin her tarafı oyunculuğundan çok denizciliğini hatırlatacak görüntülerle doluydu... Şehir Hatları vapurlarına bindiği zamanlar, kaptan köşkünde yolculuk yaptığından bahsetmişti. Sonraları bir süre, her vapura binişimde, hemen en üst kata çıkıp, kaptan köşkünde gözlerim onu arar olmuştu hep...

O gece eve döndüğümüzde sabaha dek uyku tutmamıştı beni... “Keşke şu ülkedeki bütün fabrikatörler böylesine sevgi dolu olsaydı”diye düşüncelere dalmıştım yatakta...

Bir gün Filiz Akın’ı gördüm Yeşilçam sokağında, fakat yanında başka biri vardı. Daha dün gece Murat amcaların duvarında Kartal Tibet’le birlikteydi halbuki!.. Sonra bir başka gün, baktım ki arkamda Fatma Girik... Belki de filmler henüz sesli çekilmediğinden, daha sonra stüdyolarda seslendirildiğinden, “sessiz” kalmayı tercih etmişti Fato ablamız o gün...

Ne enteresan adamdı şu Murat amca... Günün birinde bana bu kez de, tamamen kendi imalatı olan, koskoca, akülü bir araba hediye etmişti, yıl 1973-74 filan... Ben akülü arabama binip, evin içinde turlar atmaya ve sıkça evin duvarlarına çarpmaya başlarken, Fındıkzade’de hemen az ötemizdeki Nilgün sinemasında, Cüneytli yıllar başlamıştı artık...

Cüneyt abimizin herkesi ama herkesi dövdüğü günlerdi o günler... Sonunda beyaz perdeden fırlayıp, bizi de bir güzel dövecek diye biraz da çocukça bir korku içinde izliyorduk onun filmlerini... Ondan bir ton dayak yiyen bu amcaları ben Yeşilçam sokağına gittiğim bir gün Azmi’nin kahvesinde, yarım ekmeğe köftelerini yiyip, pişpirik oynarken görmüştüm... Murat amcaya “Burada ne bekliyorlar” diye sorduğumda “dayak yiyecekleri sahnenin gelmesini” diye cevap vermişti, hatırlıyorum..

Cüneyt abimizin filmleri bitip de, sinema ışıkları yandı mı, doğruca eve koşturuyor ve filmde gördüğüm karate sahnelerinin aynısını yapmayı, evimizin talihsiz yastıklarında deniyordum... Şimdi düşünüyorum da , kimbilir ne çok yastık telef ettik biz o yıllarda...

Evcilik oyunlarını bile Cüneyt Arkın tarzı filmlere dönüştürerek oynama tutkusu oluşmuştu bir anda bende. Çocukluk işte. İnsan her şeyi bir anda kapıyor, grip gibi. Hiç unutmam, bir gün haydut bir yastığın(!) kaçırdığı amcamın kızını kurtarmak için, akülü arabama atladığım gibi evin içinde turlamaya başlamıştım... Cüneyt abimizin pozisyonundaydım kendimce. Hareket halindeki arabanın üstünden uçarak yastığa doğru atlamaya çalışırken ayağım arabaya takılmış ve istemeden hayatımda ilk kez amuda kalkmış, evdeki herkesin gülüşmesine yol açmıştım bir anda... Tabii Cüneytlik bir filmi, hemen anında komedi filmine çevirdim, kendimce durumu kurtarmak için...

1976 yazında biz Fındıkzade’den, Erenköy’e taşındık... Ve bendeniz lise yıllarımda, yani 1978’lerde tamamen mizaha attım kendimi... İlkokul yıllarıyla birlikte içime düşmeye başlayan mizahçı olma tutkusu lise yıllarında doruğa çıkmıştı artık. Çocukluğumda sessiz filmlerle başlayan bir komedi tutkusunun da bunda çok büyük payı vardı hiç kuşkusuz...

Murat amcaya gelince... Murat amcanın hayatı bize daha az oynattığı, pek de komik olmayan o trajik yerli filmlere dönüşmüştü biraz... Bir gün felç olduğunu duyduk ve Erenköy’e taşınmamızla birlikte izini kaybettik. Karısı Sevim teyze ve kızı İlknur, bugünleri o günlerden görmüş olacaklar ki, giderek kapanmışlar ve epeyce “din”lenmeye almışlardı hayatlarını... 80’lerle birlikte ülkemizde başlayan değişim sürecinde tıpkı bir film gibi koptu gitti onlarla olan ilişkilerimiz...

Murat amcanın o beyaz duvarı hala gözümün önündedir benim... Şimdilerde ne zaman TV’de oynayan siyah-beyaz eski bir Türk filmi görsem, ne zaman gönlü zengin fabrikatör Hulusi Kentmen’in o tok kahkahasını duysam, Vahi Öz’ün “Muallaaaaaaaaa” deyişini işitsem, aşçı rolündeki Necdet Tosun’un gene bir sakarlık yapıp elindeki tepsiyi devirdiği bir sahneyi görsem, sonraları bize ve hayata perdelerini kapatan Murat amcanın o müthiş evi düşer aklıma...

Ve çocukluğum düşer o beyaz duvarın üstüne, ve ben düşerim dedemim kızılcık ağacından, dizim yerine düşlerim kanar belki de...

Şarlo’suz, Lorel-Hardi’siz büyümüş bir neslin içinden giderek daha az mizahçının çıkması bir yana, daha da kötüsü giderek daha asık suratlı, daha sevgisiz, daha duyarsız ve daha kaba bir toplum haline gelişimiz oldukça ürkütür ve üzer beni bu şehirde...

Şarlo ve Lorel-Hardi, sessiz ve sedasızca çok uzaktadırlar şimdi... Muz kabuklarına öylesine bir basmışlardır ki, sanki çoooook uzaklara düşürmüştür onları bu basış... Sadece onlar mıdır uzaklara düşen?.. Necdet Tosun’la, Hulusi Kentmen de öyle değil midir?.. Adalet her zaman ki gibi geç tecelli etmiş ve, Erol Taş’la, Önder Somer’in aslında “Kötü adam” olmadıkları çok geç anlaşılmıştır!..

Çocukluğum... Filmlerin henüz perdede kaldığı, hayatlarla henüz bu denli oynanmadığı yıllar...

Çocukluğum... Gülmek için sinir bozukluğuna, ağlamak için akşam haberlerini izlemeye gerek olmayan yılar...

Çocukluğum... Çekirdeklerin henüz kabak çekirdeği tadı vermediği yıllarda, yazlık sinemalardaki o tatlı esinti...

Çocukluğum... Duygu’nun sadece bir kadın ismi olmadığı, cenazelerde henüz siyah gözlüklü insanların görülmediği, kimsenin gözlerini kimseden saklamadığı, saflığın henüz kötülüğün önünde seyredebildiği o güzelim yıllar...

Ve sen ey İstanbul amca, ya da daha doğru bir deyişle; “İstanbul emmi” sana hâlâ ne kadar İstanbul diyebilirim, bilemiyorum... Sana “İstanbul dayı” desem daha mı doğru olur yoksa?.. Evet, sana ve senin ne kadarına ne kadar İstanbul diyebilirim, bilemiyorum... Çünkü ben senin elinde büyürken, sen tanınmayacak bir hale geldin karşımda... Sana hâlâ İstanbul demek istiyorum gene de, her şeye inat... Umudum hâlâ içimde bir projeksiyon makinesi şimdi...

O projeksiyon makinesi ki, ışığını senin çarpık kentleşmiş binalarının üzerindeki gecelere yansıtıyor... Ey İstanbul... Onca gürültü, patırtı, bağırış, çağırış içindeki gecelerinde ne zaman başımı göğe kaldırıp baksam, benim için sessiz bir film oynuyor hâlâ, senin üzerine düşen o ay ışığında...

(Alıntı: Cihan Demirci- BEN BÜYÜYÜNCE DE ÇOCUK OLUCAM -Anı- 1. Basım - Ekim 2005 - 184 sayfa - Bulut Yayınları) www.bulutyayin.com

Hiç yorum yok: