29 Mart 2007
Sevgili dostlar, "DAMDAKİ MİZAHÇI"nız Mart ayının sonlarını damlarda geçiremiyor, bunda hem kedilerin hem de giderek artan okul etkinliklerinin payı var... "Kütüphaneler Haftası" nedeniyle okullarımızdaki kültürü ve kitabı anımsama, yazarın farkına varma günleri devam ediyor... 29 Mart Perşembe sabahı da, Say Yayınları'nın organizasyonuyla soluğu Göztepe'deki Anakent Koleji'nde aldım... Okulun şirin salonunu dolduran ilköğretim öğrencisi arkadaşlara mizah, kitap ve televizyon ağırlıklı bir söyleşi gerçekleştirdim. Yıllardır görmediğim eski arkadaşım Taylan Bartu'nun oğlu Derin ile, yıllar önce çok genç yaşta yitirdiğimiz karikatürcü Tamer Ocak'ın yeğeni de güzel bir tesadüf eseri bu söyleşiyi izleyen öğrenciler arasındaydı. Sonrasında bu etkinliğin de mimarı olan, okulun kütüphanesinden de sorumlu 42 yıllık Türkçe öğretmeni Semra Kuzucu ile keyifli bir sohbet yaptık. Nasreddin Hoca'nın memleketi Akşehir'de öğretmenlik yaptığı yılları ve Akşehir'i konuştuk uzun uzun... Aynı şekilde Türkçe öğretmeni Salih Çakır'la da epeyce sohbet etme fırsatımız oldu. Müdüre hanımı ziyaret ettik. Kitap standında kitap imzaladık.
Ancak gittiğim pek çok okulda dikkatimi çeken ve insanın içini acıtan bir durum var ki söylemeden geçemeyeceğim. Yaşları epeyce genç olan öğretmenlerimiz her nedense yazarların yanına yaklaşmaktan bile kaçınır haldeler... Hep uzaktan bakıyorlar size. Onlarla pek konuşamıyor, pek tanışamıyoruz... Konuşup sohbet edebildiklerimiz, daldan dala derin bir muhabbete girebildiklerimiz hep deneyimli, eski öğretmenler oluyor. Bu durum hangi okula gitseniz üç aşağı beş yukarı pek değişmiyor. İnsan "Ne varsa eskilerde var" cümlesine sığınmak istemese de, o cümle gelip tokat gibi yüzünüze çarpıyor gittiğiniz her okulda...Katledilmiş bir kuşağın içinden gelen taze öğretmenlerin ne yazık ki sadece pasosu değil posası da alınmış bir durumda şu biçare ülkemizde...
28 Mart 2007
CİHAN DEMİRCİ, TED İSTANBUL KOLEJİNDEYDİ!..
Öğrenci arkadaşlarımın kötü bir günüydü sanırım... Belli ki ayrı bir dünyanın içindeler, ne yazık ki onların dünyasının içine pek giremedim. O dünyanın içinde kültür, sanat, kitap, edebiyat ya da mizah ne kadar var, onu da bilemiyorum... Çok arzu etmeme rağmen, futbol dışında herhangi bir soruyla karşılaşmadım. Futbola da ben girdim, yani topa girmesem o anlamda da soru filan çıkmayacaktı. Kitap standlarını ya da herhangi bir imza yüzü göremeden, söyleşi biter bitmez okuldan ayrıldım...
Son dönemde gittiğim ve büyük haz aldığım Koç Lisesi ve Hisar Eğitim Vakfı Okullarının üzerine TED Koleji ne yazık ki bende aynı tadı bırakmadı... Ama asıl üzüldüğüm şey, bu tür etkinlikleri donuk yüzlerle izleyen öğrenci arkadaşların durumu... Maddi olanakları oldukça iyi olan böylesi okullarda soru soramayan, insanı ürkütecek derecede çekingen ve ilgisiz duran kuşaklar yetiştiğini görmek dam üstünde dolaşan bir mizahçı olarak beni üzüyor... Biz o yaşlarda imkanları kısıtlı devlet okullarında okurken çok daha coşkulu, çok daha heyecanlı, çok daha katılımcı bireylerdik. Üstelik okullarımıza bir tane yazar-çizer gelmeden büyüdük... Ülkedeki kötü eğitim sistemi gençlerimizi derinden etkiliyor, binaları ve olanaklarıyla oldukça lüks okullar yaratırken, ne acıdır ki soru sorabilen gençler çıkartamıyoruz... Umarım bana denk gelmiştir, hep böyle değildir...
Ancak asıl üzücü olanı geçen hafta yaşadım. 1994 yılında benim hayatımda söyleşi için gittiğim ilk okul olan İstek Vakfı Bilge Kağan Lisesi'ndeki söyleşimiz de son anda iptal edildi. Gene bu vakfa bağlı Belde Lisesinde de aynı durum yaşandı...Yayıncı dostum bu iptalin nedenini bana açıklamak da zorluk çekti. Sözde benim ve karikatürcü Selçuk Erdem arkadaşımızın kitapları "EROTİK" bulunmuş ve o yüzden bu iki okul bizi istememiş... Oysa bu iki okula giden kitaplarım benim Say Yayınları'ndan çıkmış 6 çocuk kitabımdı. Erotizmin zerresine sahip olmayan, özel olarak çocuklar için yazılmış bu kitaplara adeta uydurulmuş "EROTİK" bahanesi bana hiç inandırıcı gelmedi.
27 Mart 2007
23 Mart 2007
İstanbul Valisine göre;
"İstanbul çok huzurlu" imiş!..
Halkın gaspçısı, kapkaççısı, hırsızı, magandası, mafyası yüzünden sokağa çıkmaktan bile korkar bir halde geldiği İstanbul'un Valisi Muammer Güler, üç gün önce verdiği demeçte İstanbul’un “güvenli bir kent” olduğunu iddia etti... Her şeyin tersini söylemenin, tersini yapmanın artık genel geçer bir kural haline geldiği bu akla ziyan ülkeye de doğrusu bu sözler yakışırdı!..
Avrasya'nın en hızlı konuşan Valisi Muammer Güler beyin bu sözleri üzerine, artık İstanbul'un gaspçısına, hırsızına, kapkaççısına, magandasına ve mafyasına büyük bir sorumluluk düşüyor...
Öncelikle bütün suçlular hep bir ağızdan: "HIZLI HIZLI VALİMİZ YOKSA BİZİ BEĞENMİYÜR MÜSÜNÜZ?" diye sormalılar!.. Bu sorunun ardından da daha fazla soymalı, daha fazla kapkaç yappmalı, daha fazla vurmalı, daha fazla öldürmeli, daha fazla sakat bırakmalılar... Çünkü anladığımız kadar hızlı hızlı valimiz, İstanbul'un suç oranlarını yeterli bulmuyor, Batı ülkelerinin şehirlerini yakalamamız için daha çok çalışmamız şey pardon daha çok çalmamız gerekiyor... O yüzden herkes iş başına beyleeeer!.. Haydi rastgeleeeee!..
Damdaki Mizahçınız aşağıdaki manyak şehre bakıp der ki: "Ey kendi halinde yaşam kavgası veren İstanbullu, Büyükşehir belediye başkanıyla, valisiyle aklımızı hoplatmaya çalışanlara bakıp da, sıkıysa kalan aklını koru bakalım bu şehirde, sıkıysa kafayı yemeden yaşa, var mı böyle bir babayiğit, var mıııııı?.."
21 Mart 2007
Sevgili dostlar, “Damdaki Mizahçı”nız Cihan Demirci’nin damlardan bir süreliğine inip koşuşturma mevsimi geldi çattı. Zaten bu Mart damlarda küresel ısınma manyağı haline gelmiş ve feleği şaşmış kediler yüzünden pek rahatımız yoktu doğrusu!..Mart-Nisan-Mayıs ayları, gevşer söyleşi-imza günü yayları vaziyetiyle şu aralar tam gaz koşuşturmaktayım. Okullarımız özellikle son yıllarda okullarda gerçekleşen kültürel etkinlikleri “Kütüphaneler Haftası”na sıkıştırıyor, bu nedenle Mart ayı sonları yazarların okul-okul dolaştıkları bir dönem oluyor. Ben de şu günlerde özellikle İstanbul’da üst üste pek çok okula gidiyorum. 20 Mart Salı günü bu maratona Kemerburgaz’da bulunan Hisar Eğitim Vakfı (HEV) Okullarından başladım...
Yıllar öncesinden Kalamış Koleji’nden ve iki yıl öncesinden Alanya’dan tanıştığımız sevgili Serpil Ezer öğretmenin çağrısıyla gittiğim bu güzel okulda “Kitap Ağacı Haftası” etkinlikleri kapsamında bir söyleşi gerçekleştirdim. Okulda en çok hoşuma giden özellikle de edebiyat öğretmenlerinin içten ve sıcak tavrı oldu. Okula söyleşi saatinden 2 saat kadar önce ulaştığım için Türkçe bölüm başkanı sevgili Mehmet Aksoy’la ve sevgili Nebi Aydın öğretmenle söyleşi saatine kadar keyifli bir muhabbet fırsatı doğdu. Bunu özellikle belirtiyorum çünkü ne yazık ki günümüzde artık pek çok okulda söyleşiye gidiyorsunuz, kitaplarınızı jet hızıyla imzalayıp bir tek öğretmenle bile iki satır konuşamadan okuldan ayrılıyorsunuz bu da bana hiç hoş gelmiyor. HEV bu anlamda ben de farklı yer oluşturdu. Lise müdiresi Cey Alpauti hanımefendi de aynen genç öğretmenlerimiz kadar içten ve sıcak bir ilgi gösterdi doğrusu.
18 Mart 2007
Homur dergisinin 63. sayısının kapağı
"Damdaki Mizahçı" olarak benim de yazı ve çizgiyle katkıda bulunduğum, fırsat buldukça çıkan mizah dergisi "HOMUR" bu kez arka arkaya fırsat buldu ve 62. sayının hemen ardından 63. sayısını çıkardı. Çeşitli sivil toplum örgütlerinin desteğiyle çıkan "Homur"un 63. sayısına destek veren İstanbul Tabip Odası oldu. Bu arada, İstanbul Tabip Odasının verdiği Basın Sağlık Ödülü'nü bu yıl "Karikatür-mizah" dalında Homur Dergisi kazandı... 14 Mart 2007 tarihinde Marmara Üniversitesi Kampusunda yapılan törenle “Sağlık sorunlarını mizahi bir yaklaşımla gündeme getirdiği” için “Karikatür-mizah” dalında Homur'a basın ödülü verildi. Tamamen saf bir mizah sevgisiyle çıkan Homur'u dam üstünden kutluyoruz!..
"Homur"un 14 Mart Tıp Bayramı için hazırlanmış bu "Sağlıklı" sayısında; "Kalmadı sağlıklı bir hal, ithal doktor bile etti firar” başlıklı başyazı Dr. Hüseyin Demirdizen tarafından kaleme alındı. Dergide ayrıca; Canol Kocagöz, Atay Sözer, Devrim Demiral, Osman Öztürk, Kemal Urgenç, Ömer Çam, Mustafa Yıldız, Hüseyin Çakmak, Cihan Demirci, Tayfun Akgül, Füsun Sayek, İlker Ekici, Esen Yel, Aziz Gültekin, Halis Dokgöz, Nuri Bilgin, Muhammet Tunçsan, Seyit Saatçi, Akildane Herzekar, Fırat Eryılmaz, Savaş Ünlü, Dinçer Pilgir, Anıl Onat Doruk, Emre Bakan yazı ve çizgileriyle yer aldılar…
Homur'la iletişim için mail:
15 Mart 2007
14 Mart 2007
Aklımda yanlış kalmadıysa Mustafa Kıran’la ilk kez kitap imzalatmak için yaklaşan mizah meraklısı bir okur olarak İstanbul Tüyap Kitap Fuarında tanışmıştık. 90’lı yılların ortalarıydı. Özellikle bu tür kitap fuarlarında bazı kişilerle her defasında yeniden tanışır, bir sonraki tanışmaya dek hep yeniden tanışırsınız. Tanışırsınız da tanışırsınız ama aslında bir türlü tanışamazsınız. Oysa sevgili Mustafa Kıran’la tanıştığımız anda tanışmış ve kısa sürede 40 yıllık dost modunun içine girmiştik bile. Öncelikle çok sevdiğim özelliklere sahipti. Mizahı çok seviyordu, mizah yazmayı deniyordu ve o çok ciddi duran dış görüntüsünün altında hayatla harmanlanmış muzip bir mizah adamı yatıyordu. Ciddi görüntü altında yatan bir mizah bence mizahın doruk noktasıdır.
Sadece bu değil tabii ki… Üstelik gıpta ettiğim derecede fazla dil biliyordu. Bu yazı yazılırken artmamışsa 8 dil bilen bir insandı Mustafa Kıran... Kendi dilini konuşamayanların ülkesinde 8 dil bilmek seksensekiz kez altı çizilmesi gereken bir özelliktir. Ve tabii bizi kaynaştıran başka bir özellik, Mustafa’nın da sağlam bir Fenerbahçe’li oluşuydu. Fenerbahçeliliği öylesine sağlamdı ki, Fenerbahçe’nin yabancı 3 teknik direktörüne tercümanlık yapmıştı. Bizim adımıza tercüman olmuştu onlara! Sizler Mustafa Kıran’ı, bu tercümanlığı sırasında ekrana sıkça yansıyan görüntüsüyle tanıdınız... Derken Mustafa Kıran’ın keyifle dinlediğim o radyoculuk günleri başladı. Benim gibi caz müziği tutkunu olduğunu da o dönem öğrendim. Al sana bir artı daha!.. Bir radyo programına konuk olduğumda, mizahı çaktırmadan ciddiye alan ama mütevazılığı asla elden bırakmayan sağlam bir portreyi bulmuştum karşımda.
Sevgili Mustafa Kıran, bir dönem uzun süre bana yazı örneklerini faksladı. Mizah yazılarından oluşan bir kitap yapmak için yanıp tutuşan bir döneme girdi. Ancak mizahın giderek “geriye” düştüğü bir döneme girmiştik ikibinli yıllarla birlikte. Yayınevlerinin mizah kitaplarına burun kıvırmaya başladığı günlere düşmüştük. Bu konuda epeyce tecrübesi olan bir “dostu” olarak, yol alabilmesi için, ona mizah yazılarından önce, Fenerbahçe’de tercümanlık yaptığı dönemde yaşadıklarını kitaplaştırmasını önerdim. Ve sevgili Mustafa Kıran epeyce bir uğraştan sonra geçen yılın sonlarında ilk kitabı “TEK KALEMDE ŞAMPİYON”u yayınladı. Ancak Mustafa bununla da yetinmedi ve bu kitabın hemen ardından, ikinci gol geldi!.. Geçtiğimiz ay, bu kez felsefi bir harmanla yoğurduğu mizahi denemelerini “HAYAT UYKUMU KAÇIRDI” adıyla kitaplaştırdı.
Sevgili Mustafa’nın bana ilettiği, hazırlık serüvenlerini epeyce bildiğim bu iki kitabı arka arkaya özel bir keyifle okudum. Öncelikle “Tek Kalemde Şampiyon”dan bahsedeceğim. (Kitabın alt başlığı: Fenerbahçe Günlüğü) Kitap Mustafa Kıran’ın Fenerbahçe’de tercümanlık yaptığı üç dönemi anlatıyor. Mustafa Kıran’ın tercümanlık macerası 1995’te Parreira döneminde başlıyor. Bence Fenerbahçe’ye Didi’den sonra gelmiş en büyük teknik direktör olan Carlos Alberto Parreira döneminde 1 yıl kadar tercümanlık yapan Kıran, bize pek de bilmediğimiz meşin yuvarlak ötesini, saha arkasını anlatıyor samimi bir üslupla. Belli ki, Parreira’yı o da bizler gibi çok sevmiş. Hatta tercümanlık yaptığı 3 teknik direktör içinde bir numarası haklı olarak o olmuş. Ne de olsa şampiyonlukla bir sezonun teknik adamıydı. Kıran, bize Parreira’yı büyük yapan özellikleri anlatıyor bu bölümün satır aralarında. Derken 9 ay kadar süren, çok da keyif almadığı belli olan bir başka teknik direktör dönemi başlıyor kitapta: Sabastiao Lazaroni dönemi…Hani şu makarna çeşidi gibi adı olan, biz Fenerbahçelilerin Parreira’dan sonra gelen kalite düşüklüğü nedeniyle pek de ısınamadığı bir başka Brezilyalı. (Hani şu andaki Zico’yu onun ekürisi gibi görüyorum doğrusu!) Mustafa da pek ısınamamış ki bu dönemi epeyce kısa anlatmış. Kitabın 3. teknik direktörü ise, Kıran’ın son tercümanlık macerası olan; Werner Lorant. 1 yıla yakın süren bu tercümanlık döneminde, dönemin önemli oyuncuları Ortega ve Washington’la ilgili bölümlerden, kilo maceralı Avusturya kampına dek uzanan anılar var. Kitabın son bölümü ise “Tercümanınızın Günlüğü” başlığını taşıyor. Mustafa Kıran, bu bir solukta okunan bu keyifli kitabı; “Tanıştığımıza memnun oldum. Umarım hislerinize bir parça tercüman olabilmişimdir” diyerek bitiriyor.
Kitabın arkasında görüşleri yazılı olan Parreira’nın da altını çizdiği gibi fazlasıyla “orijinal” bir insan Mustafa Kıran. Ortalığı dört bir yandan "kopya" insanların sardığı bir dönemde ilaç gibi geliyor insana... Gazanfer Özcan’ın dediği gibi “Adam gibi adam”… Şimdilerde, insan malzemesi hızla kirlenen ve her alanda korkunç bir çözülmeye giren bu ülkede, o sayıları gittikçe azalan “Adam” gibi adamlardan biri. Fenerbahçeli olmanız da şart değil, o henüz size “tercüman” olmadıysa Elma Yayınları’ndan çıkan bu kitap sizi en yakın saha kenarında, hem de ısınmış bir halde bekliyor… Onun diğer golüne, şey yani diğer kitabına da daha sonra, bir başka yazıda değineceğim... Damdaki Mizahçı’dan söylemesi…
DAMDAKİ MİZAHÇI Cihan Demirci
07 Mart 2007
Ödül töreni öncesinde Güngör Kabakçıoğlu, Ercan Akyol, Muammer Olcay ve Cihan Demirci. Ercan Akyol'un sırtından az bir kısmı görülense yarışmada ödül alanlardan Şevket Yalaz arkadaşımız... (Fotoğraf:Akdağ Saydut)
05 Mart 2007
DAMDAKİ MİZAHÇINIZ buzlu bir damın üstünden bildiriyor.... Küresel ısınma denen felaket evlatlarını yemeye başladı!.. AYILAR! Zavallı ayılar bu kış, uykuya bile yatamadılar... Uykusunu alamamış bir ayıdan her şey beklenir beyler! İşteeee, işteee!.. Uykusunu alamamış ayıların şu haline bir bakın! Küresel ısınma yüzünden uyuyamayan ayılar, küresel ısınmayı tetiklemek için ateşte şiş takılıyorlar. Bunlar birazdan mangal da yapar. Kalan buzlar da böylece erir gider... Şu dünyanın sonu zaten bir kaç ayının elinde değil mi?.. (SAHİ O AYILAR BU FOTOĞRAFTAKİLER DEĞİL TABİİ, ONLARIN BEYAZDAN SARAYI BİLE VAR!)
03 Mart 2007
"Kentin Gülmecesi" başlıklı söyleşide en solda, söyleşinin yöneticisi Haluk Işık, konuşmacılar sırasıyla; Savaş Ünlü, Muzaffer İzgü ve Damdaki Mizahçı'nız Cihan Demirci...
İzmir Büyükşehir Belediyesi Kültür danışmanı olarak bu söyleşiye de önayak olan sevgili Haluk Işık arkadaşımızın yönettiği "Kentin Gülmecesi"nde konuşmacılar; Muzaffer İzgü, Savaş Ünlü ve bendeniz Cihan Demirci idik... O gece izmir'de konu başlığının uzağında seyreden bir söyleşi yaşadık açıkçası... Bu söyleşinin gerçekleşmesinde emeği geçen herkese çok teşekkür ediyorum. APİKAM'ın pırıl pırıl, gencecik çalışanları da bana ayrı bir umut verdi doğrusu.... O gece bu söyleşiyi izleyip daha sonra hemen kaleme alan; Yeni Asır yazarı Suat Çağlayan'la, Haber Ekspres yazarı Yaşar Eyice'ye de bulunduğum dam üstünden özel bir teşekkür gönderiyorum... Zira kimi İzmirliler kadar, İzmir medyasından kalemleri ve kameraları da bu tür söyleşiler de görebilmek iyice zorlaştı son dönemde ne de olsa... (Tarih boyunca ülkelerin çöküş dönemleri hep böyle olmuştur zaten! )
Söyleşiden bir enstantane... En sağda Cihan Demirci konuşuyor, hemen yanında Muzaffer İzgü ve Savaş Ünlü...
Söyleşi yöneticisi ve konuşmacılar...Söyleşinin önemli bir özelliği; iki sevgili konuşmacı dostum da konu başlığına pek girmeyince doğrusu ben de bundan etkilendim. İşin gerçeği, üstelik ikinci tur olmayıp da, salondan pek de soru gelmeyince, konuya hakim olunamadan söyleşiyi noktalamak durumunda kaldık...
Söyleşi sonrasında plaketler verilirken...
Damdaki Mizahçınız Cihan Demirci plaketini alırken...
Söyleşi sonrası plaket üstüne çiçek manzaralı bir an daha...
Plaket töreninin ardından APİKAM çalışanlarıyla birlikte toplu bir fotoğraf...Sevgili Haluk Işık'la, müze müdürü arkadaşımız Oktay Gökdemir, daire başkanı hanımefendi ve gazeteci Suat Çağlayan da aramızdalar...