23 Haziran 2007

ÖNER YAĞCI'NIN KALEMİNDEN
"DAMDAKİ MİZAHÇI"
Geçen yıl Kasım ayında yayınladığım, bir önceki kitabım "Türk'ün Türk'ten Başka Düşmanı Yoktur"la ilgili olarak sevgili ÖNER YAĞCI, Cumhuriyet-KİTAP eki için bir yazı yazmıştı ancak, her daim başıma geldiği gibi, 7 ay geçmesine rağmen ne yazık ki bu yazı Cumhuriyet-Kitap'ta yayınlanmadı. "DAMDAKİ MİZAHÇI" blogu aracılığıyla bu "yayınlanmamış" yazıyı sizlerle paylaşmak istedim.
ÖNER YAĞCI
DAMDAKİ MİZAHÇI
CİHAN DEMİRCİ
“Türk insanı kendi kendini kandırmayı çok ama çok seviyor. Gerçeklerden ne kadar çok uzak yaşarsa kendini o kadar mutlu sayıyor... Bugünün Türk’ü çılgın filan değil, çılgından öte, uzun yıllardır yaşadığı yanlışların anormal derece birikimmiyle çıldırmak üzere, hatta çoktan çıldırmış vaziyette!.. Kendimizi kandırmayalım. Gerçeğin fotoğrafını iyi görelim.”
Cihan Demirci
“Damdan düşen damdan düşenin halini bilir” demiş atalarımız. Bu söz “damdan düşer gibi” söylenmez tabii. Söylenirse “dam üstünde saksağan vur beline kazmayı” olur. Ama “dam yanınca içindeki sıçan da yanar” deyimini de unutmayalım. Bana bunları söyleten “Damdaki Mizahçı” oldu. Yanlış anlaşılmasın, “Damdaki Kemancı” değil; Damdaki Mizahçı. (“Damdaki Kemancı” Şolem Aleyhem’in coşkulu, duygusal, değerlerin önemini vurgulayan bir umut ve aşk romanının, sonra tiyatroya ve sinemaya uyarlanmış, “Ah bir zengin olsam” şarkısıyla ünlenmiş bir yapıtın adı.) “Damdaki Mizahçı” ise 1963 doğumlu olduğuna göre 40’ı çıkmış Cihan Demirci’nin bizzat kendisi. Cihan Demirci, ilk karikatürleri 15 yaşındayken yayımlandıktan sonra çizgileri, yazıları, denemeleri, özdeyişleri, şiirleri, anıları, senaryoları, fıkraları, çocuk kitapları, masalları, romanları, incelemeleriyle mizahçılığını sürdürdü. 1985’te mizah yazılarını bir araya getirdiği ilk kitabı “Çıkışlar Arka Kapıdan” ile başlayıp “Geyik Muhabbetleri” ile adını duyurdu. “Türküm Doğruyum Fena Halde Doluyum, Kutsal Kelime Avcısı, Deli Gömleği Ütü İstemez, Espirin, İyiler Cennete Gider, Sürüden Ayrılan Kişilik Kapar, Damdaki Mizahçı–1/Aptal Bile Değiliz, Kuşku Burnu, Aklımızda Hayırlısı Olsun, Sazan Mevsimi, Bir Mizah Dehası Suavi Sualp, Zombilirkişi, Gülmeye Gülmeye Gülmeye Geldik, Parodisyen Doktor, Cemal Nadir 100 Yaşında, Dilin Komiği, Bana Derler Hinali, Çıkarın Kâğıtları Muziplik Yapıcaz, Hinali Sen Bizim Her Şeyimizsin, Sizinle Hangiş Fıkradan Tanışıyoruz, Hayata Düşen Yalana Sarılır, Araya Parça Giren Yıllar, Haberden Al Fıkrayı, Hiperaktiflerin Efendisi Hinali, Gülene Ne Yakışmaz, Ben Büyüyünce de Çocuk Olucam, Zirzop Masallar, Hayat Sorar Türk İnsanına” adlı 30 kitaba imza attı.

“Dam” deyince aklıma türküler gelir önce; dam başında sarıçiçek, dam başında oturur, dam üstüne çul serer, dam üstünde un eler, dam başında dudu var, dam üsütünde uzun uzun bacalar, dama goydum yakacak… sonra da hapishane. “Mizahçı” deyince Nasreddin Hoca, Ezop, Keloğlan, Temel, Şarlo, Karagöz ve Hacivat, Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz, Muzaffer İzgü, birçok karikatüristimizi düşünürüm. “Damdaki Mizahçı” deyince ise önce aklıma hapishanedeki bir mizah yazarı gelmişti. Yakın tarihimizde tüm mizah yazarları ve çizerleri hapishanelerle kardeş olmuşlardı ya, o yüzden. Ama Cihan Demirci’nin damı o dam değilmiş. Ülkemizin hiç bu kadar dibe vurmadığını düşünen Cihan Demirci, “Dibe vuran yerde durma, dibi daha iyi görmek için yüksekçe bir yere çık!” diyen bir Katmandu atasözünün gereğini yerine getirerek 1996 yılının Nisan ayında “hiçbir şeyi atlamamak için” kendini dama attı. Ona göre “gün mizahı dama çıkarmanın günüydü,” çünkü “aşağıda koca bir halk hızla dibe batmaktaydı. O batışa karşı direnebilmek için yüksekçe bir yere çıkmak şarttı.”

10 yıl boyunca “Damdaki Mizahçı” olarak yaşamımızı seyretti Cihan Demirci. Seyretmekle kalmadı, mizahın sorumluluğu sürdürdüğü toplumsal yaşamı gözleme, yaşamın çirkinliklerine, yaşamdaki kötülüklere, tüketilen insani değerlere dikkat çekme görevinin ürünlerinin bir kısmını “Türk’ün Türk’ten Başka Düşmanı Yoktur!” adıyla kitaplaştırdı.

Damdaki Mizahçı, kitabı sunuşunda, diplerden uzak kalmaya çalışarak “o dam senin bu dam benim” geçirdiği 10 yılda halkın dibin daha dibini de keşfettiğini, sanki “dip tutkunu” olduğunu, daha dibe derken yemediği vurgunun kalmadığını gördüğünü söylüyor. Bunun bedelinin ağır olduğunu, en ağır bedelin ise dam üstünde “müthiş bir yalnızlık” yaşamak olduğunu belirtiyor.

Bir Çin atasözü varmış. “Derin olan kuyu değil, kısa olan iptir.” Yoksa Cihan Demirci bu atasözünden mi yola çıkarak dibe dalan koca halkın arasında “kimi uyanık mizahçılar”ın da olduğunu, bu dibe vuruştan her şey gibi mizahın da payını aldığını, mizahın artık sadece “stand-up haline gelmiş bir konserve” haline geldiğini vurgulayarak şu acıtıcı gerçeğin altını çiziyor? (Kimbilir belki kuyu derin değildir de ip kısadır.): “Muhalefet sesi vermesi gereken mizah, çaktırmadan iktidar olmuş, iktidarın yanına geçip ‘kralın soytarısı’ olmaya soyunmuş”tur; “o da köküne kadar dibe vurmuş, popüler kültürün sıradan, bayağı, basit bir oyuncağı haline gelmiştir. Muhalif tavrından zerre kadar eser kalmamıştır.” Çünkü “diplerde gezen ezik ve yenik halk” artık “muhalif bir sesi” bırakın “en ufak bir sosyal mesaj” bile istememektedir; “bu vurgun yorgunu halk” sadece “boşluğa konserve kahkahalar bırakmak”, “neye güldüğünü bile bilmeden öylesine anlamsızca boşluğa gülmek”, “ruh sağlığı bozuk bilinç dışı kahkahalar atmak” istemektedir.

İktidar olmuş sahte bir mizahın gerçek mizahı evire çevire dövdüğü, suya götürüp susuz getirdiği son 10 yılda yeni yetişen kuşakların gerçek mizahı pek tanıyamadıklarını, mizahın aslında ne olduğunu bilemediklerini söylüyor Damdaki Mizahçı. Ülkemizin her alanda “sahte olanın cirit attığı bir dip ülkesi” olduğunu, muhalif mizahın sesine kulak veren, onu halka duyuran medya organının da pek kalmadığını belirtiyor ve not düşüyor: “Son 10 yıldır tüm medya güçleri, iktidar olmuş sahte mizahın yanındadır.”

Durum böyle diye pes etmeye niyetinin olmadığını söyleyen Cihan Demirci, her şeye inat dam üstündeki yoluna içindeki yaşama sevinciyle devam ediyor ve içine düşürüldüğümüz durumun fotoğrafını çiziyor yazılarıyla. Dipleri iplemeden hızla yıkarılara çıkarak gerçek muhalif bir mizahın o gür sesini duyacağımız, kısacası yeniden insanlaşma yolunda ilerleyeceğimiz o güzelim günlere olan özlemle, tüm damlara ve dam üstünde direnenlere selam ederek damdan gördüklerini aktarıyor. (“Kızgın Damdaki Kedi” diyemeyiz ama “Damdaki Deli” diyebiliriz Cihan Demirci’ye. Aklıma Aziz Nesin’in “Damda Deli Var”ı geldi de!)

İNSAN MANZARALARI

Nâzım Hikmet’in “memleketimden insan manzaraları” diye sunduğu coğrafi ve tarihsel insanlık serüveni gibi Cihan Demirci de ülkemizden insan manzaralarını aktarıyor. Neler mi aktarıyor? Kitabına ad olarak verdiği ilk yazısında (s. 13-19), damdan bakınca çok daha net görünen manzaraya bakıp “Böyle bir ülkenin olmasına imkân yok” diyor ve bu benzeri görülmeyen, kendi kendine bu denli zarar veren ülkeyi “tek geçiyor” örneğin. 80 küsur yıl önce de böyle bir ülkenin olmadığını, ancak o zamanlar olumlu anlamdaki “tek” olmanın şimdi olumsuz anlamda “tek”liğe düştüğünü söylüyor: “Cumhuriyetin kurulması sırasında o dev emperyalist güçlerin karşısında yokluklar içinde canla başla savaşıp ülkesini mucize eseri kuran o yürekli, o müthiş, o ‘Çılgın Türkler’le bugün kitaplar aracılığıyla avunmak kendi kendini kandırmak sadece!..”

Damdan, daha çıplak gözle gördüğü ülkenin insanlarının “kendi kendine yabancılaşmış, boş vermiş, umursamaz, teslimiyetçi” olduğunu, “bana dokunmayan yılan bin yaşasın diyerek yalanları iktidar” yaptığını, “yalanlara taptığını, kendini yalan batağının içine hapsedip durduğunu” ve yüzden hayatı yalandan yaşadığını söylüyor.

Bu ülkenin insanlarının epeyce bir süredir dizi filmleri gerçek, gerçekleri de film sandığını ve bu yüzden de sürekli şaşkın ve kaybeden olduğunu; hayalle gerçeği birbirine karıştırdığını, böylece yanlışları da doğruladığını, örneğin Polat Alemdar’la Necati Şaşmaz’ın karıştığını, Necati’nin hep şaşırdığını, Necati’lerin Polat Alemdar’laştığını, ona özenen çocukların cinayet işlediğini söylüyor. Okullarda eğitilmeyip hayat eğitimini televizyon dizilerinden alan toplumun “karanlık insan” olmaya tapar hale getirildiğini, toplumun hızla çeteleştiğini, bir çetenin adının “Kurtlar Vadisi–1” olduğunu söylüyor.

Çete-vole dizilerinin koca bir halkın geleceğini çatır çatır yaktığını ve halkın kendi yangınını ekran başında çekirdek çıtlatarak izlediğini, kandırılmak için adeta can attığını örneklerle aktaran Cihan Demirci, “çete”ye düşmeyenin de “çet”e düştüğünü, sanal aşk tuzaklarına düşen “sanal şabalaklar”ın kurulan “keriz erkek pazarları”nda dolandırıldığını anlatıyor. Dinsel değerlerin kullanılmasıyla gerçekleştirilen aptallaştırılmanın ve kandırılmanın örneklerini vererek buncasının Aziz Nesin’in bile aklına gelemeyeceğini, Sülün Osman’ın pabucunun çoktan dama atıldığını söylüyor. “Ülke, halkın içine düştüğü bu durumlardan ihya olan kurt sürüsüyle dolu olduğu için, halka içine düştüğü bu berbat durum anlatılmıyor, söylenmiyor… Ortalığı kaplamış halk şakşakçılarının işine böylesi bir halk daha uygun düşüyor. Her şekilde tuzağa düşmüş, teslim alınmış, hiçbir gücü kalmamış, kendi hayatının sahibi olmayan zavallı bir halk.” diyor Cihan Demirci. Aynı yazının son bölümlerinde okuduklarımızdan kitabın adının nereden geldiğini anlıyoruz. “Düşmanımız olan yabancılardan biri sadece üç aylığına ülkemize getirsek, üç ay aramızda yaşasa” diye başlıyor Damdaki Mizahçı Cihan ve ülkemizin bugününün özetini mizahçı bilgeliğiyle birkaç sayfada özetliyor. Özetinde düşman yabancının, yönetenlerin halkına her gün yeni yeni kazıkları nasıl rahatlıkla attığını, soyduğunu, küplerini doldurduğunu, tüm bunları yaparken halkı her türlü soygun için çantada keklik görüp nasıl aşağıladığını, küçümsediğini, azarladığını görse ve yaşasa deyip devam ediyor:

Halkın, böyle ezilmesine rağmen nasıl olup da gıkını bile çıkarmadığını, ne denli korkak, ürkek, bitik bir halde olduğunu; her gün yeni bir kazıkla, ağır bir vergiyle karşılaştığı, dünyanın en pahalı benzinini kullandığı, her alanda sömürüldüğü halde nasıl bu denli sessiz ve tepkisiz kalabildiğini; içinde nelerin patladığını, ne denli çürüdüğünü görse ve yaşasa…

Yabancı düşman’ın; her gün yaşanan bu çirkinliklerin üzerine asla gidilmediğini, düzenin ne denli kokuştuğunu, adaletin mafya eliyle işletildiğini, tarafsız olması gereken polisin ne denli yanlı ve tutucu, eğitimin ne denli gerici ve yobaz bir eğitim olduğunu, çocukların, gençlerin okulla kurs arasında hayatlarının karardığını, ülkede zerre kadar laikliğin kalmadığını, kadınların töre cinayeti ve koca dayağı kurbanı olduğunu, ülkeyi tarikatlarla mafyanın yönettiğini, yılda 600 can alan maganda kurşunlarını, trafik canavarlarını, kapkaççıları, tinercileri görse ve yaşasa… Üç ay boyunca televizyonları izlese, gazeteleri okusa, yollardaki açılıp unutulan çukurlar nedeniyle olan trafik cinayetlerini, baraj uğruna yüzyıllar öncesinin uygarlık izlerinin nasıl suların altına gömüldüğünü, “koyların turşusunu mu kuracağız, hepsini satacağız” diyen birinin Turizm ve Kültür Bakanı olduğunu, İstanbul metrosunun tavanının yukarıdaki bir inşaat çalışması sırasında delindiğini, fazla nüfus sorunu yaşanırken 6 çocuklu Sağlık Bakanının “daha fazla çocuk yapalım” dediğini izlese ve okusa…

Güneydoğu’da gene onlarca yoksul halk çocuğunun şehit olduğunu, onların ailelerinin haklı isyanına “askerlik yan gelip yatma yeri değildir” diyen azarlamacı ve pazarlamacı bir başbakan portresiyle karşılaşsa…

Dahasını aktarmaya elim de dilim de varmıyor. Neler yok ki düşman yabancının gördüğü ve anlattığı manzaralarda. Bozuk gıda satıcılarından, sahteliklere, yanlış tedavilerden, soba ve şofben gazı zehirlenmelerine, patlayan LPG’li taksilerden, üçkâğıtçı tarikatların eline geçen kentlere ve semtlere, kimsenin dokunmadığı tarikatlara kadar birçok toplumsal durumumuz var. Herhangi bir başarıya şaibesiz ulaşmış insanların hiçbir şansının olmadığından kötü ve ruh sağlığını bozan programlar yapan televizyoncuların “halk bunu istiyor” yalanlarına kadar birçok konu var. Magazin programlarında “al sevgili ver sevgili” yaşayan, sevgililerine sevgili bile diyemeyecek kadar samimiyetsiz hale gelen, “biz arkadaşız” sahteliği yapan naylon ünlülerin kaçamak görüntüleri; “kara para” sahipleriyle gününü gece, gecesini sabah eden mankenden bozma kızlarımızın ve onların her daim “arkadaşı” olan yüreksiz erkek bozuntularının kameradan karafatma gibi kaçışları var. Ruh sağlığını tümüyle yitiren bir halkın linç kültürünün nasıl tavan yaptığına kadar neler neler var.

Damdaki Mizahçı, düşman yabancının “Bize bir şey olmaz diyen aklı kıtlara aslında her şeyin fazlasıyla olduğunu sürekli şaşırmaktan yorgun düşmüş gözlerle izlese…” deyip devam ediyor. Şehirlerimizin altyapısının tamamlanmamış olduğunu, caddelerin sokakların her gün delik deşik edildiğini, rant uğruna kaldırımların ve gidiş geliş yollarının sürekli değiştirildiğini gören bu yabancı düşman “ne denli sistem yoksunu bir toplum olduğumuzu şakkadanak görür… Sadece bugünü hatta bu anı kurtarmaya programlı yaşayan Türklerin ve onların benzer şekilde yaşamış atalarının asla ve asla ‘soykırım’ denen şeyi yapamayacaklarını anlar.” diyor. İçimizde üç ay geçiren yabancının tüm gördüklerinden sonra ülkemizden ayrılacağını söylüyor: “Yahu kardeşim, bu Türklerin bizim gibi yabancı düşmana nah şu kadarcık, nasıl deniyor zerre kadar ihtiyacı yok. Bu ülke insanı kendi sırtını kendisi en kralından bıçaklıyor zaten. Dış güçlere, yabancı düşmanlara ne gerek var… Durum aynen böyle… Bizler yabancı düşmanlarınız olarak bu kadarını asla beceremeyiz. İstesek de size bu kadar zarar vermemize olanak yok… Ben üç ayda kafayı sıyırdı, ben valizleri topladı çoktan, şimdi hemen gidiyor bu ülkeden ve bir daha düşmanlık falan etmiyor size boş yere…”

Damdaki Mizahçı, yazısının sonunda şöyle diyor: “Damdan aşağı bakarak tüm gücümle haykırıyor ve artık diyorum ki; ‘Beyler, bayanlar, bilin ki artık Türk’ün Türk’ten başka herhangi bir düşmanı yoktur!’...”

Bu anlattıklarım “Türk’ün Türk’ten Başka Düşmanı Yoktur!”un yalnızca ilk yazısında yer alanlar. Damdaki Mizahçı, böyle bir halkın nasıl yaratıldığından sahteliklere, “geleceğimi çalan tarih” dediği 12 Eylül 1980’den seri katillere, damdan düşen halkımızdan “Höst-modern kaza-teciler”e, aşk’tan F Tipi cezaevlerine, Mart kedilerinden anneler gününe, “zavallı Türkçemiz”den “sağlıklı yaşam” sömürücülerine, “okunmuş gençlik”ten “alaturka şeriat”a, “kek vergiler”den geçirdiği kazaya kadar onlarca konuyu gerçek mizahçı gözüyle anlatıyor. Anlatırken güldürüyor ve düşündürüyor, kahkaha attırıyor ve hüzne boğuyor okuyucuyu. “Mizah bu!” dedirtiyor; aşk olsun!

Cihan Demirci, Damdaki Mizahçı-2: Türk’ün Türk’ten Başka Düşmanı Yoktur!, Bulut Yayınları, 2006, 208 s.

Hiç yorum yok: