14 Mart 2006

Türk’ün değişmez oyuncağı:
'ÇOCUK'

OYUNCAKLI ŞİİR

Bir oyuncak bebeği bile olmadı onun

Oynayamadı oyuncaklarla şöyle doyasıya

Sadece bir oyuncak tabanca bildi belinde

Şimdi kırıp-döktüğü yedi çocuğu var

Her bir çocuk oyuncaktır artık onun elinde

Cihan Demirci

Her şeyimizi hızla ve hoyratça yitiriyoruz. Elimizde kalan son güzellik sadece; ÇOCUK! Ona da her türlü zararı veriyoruz aslında ama çocuk gene çocuk işte! Tüm ‘büsbüyük’ ayıplarımıza, onu da kendimize benzetme çabalarımıza rağmen, çocuk hâlâ çocuk… Tüm rezilliklerimize dil çıkarabiliyor hâlâ… Peki biz nasıl bakıyoruz çocuğa, çocuk neyimizdir bizim?

İnsanımızın çocuk sevgisi bana hep suni gelmiştir açıkçası. Bir bebeği kucağımıza alıp severken bile, taklitçi bir tavırla “Agu mugu”yla başlayan sevgi tezahürümüz bir süre sonra “Seni attaya götüreyim mi, seni havalarda uçurayım mı” safhasına geçer ve zavallı bebek daha sonra kendini havalara atılırken bulur birden bire.

Bebeğinin içini-dışına çıkararak onu havalara fırlatıp fırlatıp tutan babaların-anaların ülkesiyiz biz. Bu yüzden kimbilir kaç zavallı bebeğin kolu-bacağı çıkmıştır daha dünya nedir bilmeden… Çocuk sevgimiz hoyrattır bizim. Fırlatmayla, atıp-tutmayla, aşırı övgü ya da aşırı sövgü ve dayakla gösterir kendini bünyede…

Bu ülkede son altmış yılda iktidara gelenler ailelerin çocuk yapması, nüfusun delicesine artması için çırpınıp durdular. Bu anlamda ellerinden ve ‘şey’lerinden gelen ne varsa yaptılar! Nüfusun artması için bu denli çırpınırken acaba bu şişmiş nüfus için bir eğitim ve kültür altyapısı yaratma çabası gösterdiler mi, kocaman bir HAYIR!..

Onların amaçları çok açıktı; ‘ne kadar çok cahil nüfus, o kadar oy demekti’ çünkü! Zira artan nüfus ‘nitelikli’ insandan çok ‘cahil’ insan üretiyordu sürekli olarak. Müthiş bir tempoyla ‘bebek’ üreten bir fabrikaydı ülkemiz… Zaten kendisi cahil olan, kasaba kurnazı politikacımız için, ideal insan tipiydi bu. Kendi cehaletini de örtecek milyonlarca insanın üremesi için sayısız politikacı yıllarca, en adi şekilde büyük mücadeleler verdi bu ülkede. Sonuçta ortaya tam anlamıyla bir ‘insan kalabalığı’ çıktı. Ya da kalabalıklar içinde yapayalnız olan, her türlü donanımdan eksik bir insan sürüsü! Yığın olduk sadece. Ve kaldıramadık, sırtımızdaki bu ağır yükü, yığıldık kaldık bir köşede. Ucuz iş gücünün, ‘valla, ne iş olsa yaparım abi’ seslerine karıştığı bir film platosuna dönüştü ömürlerimiz…

Dünyaya gelişi ana-baba ‘kazası’ndan ibaret olan, plansız-programsız doğmuş, idealsiz, yarınsız, eğitilememiş, cehalet yüklü bir insan kalabalığı. Bugün Türkiye’nin en önemli sorunu bu. İşte şimdi bu yığınlardan oluşan kalabalık kendine özgü bir ‘sosyal patlama’nın ilk işaret fişeklerini çoktan çaktı gökyüzüne. Biz onlrı havai fişek niyetine seyretsek de nafile. Bugün Fransa’da yaşanan ‘göçmen’ patlamasına, sinsi iç geçirişlerle ‘Müstahaktır sana be Fransız’ diye baksak da, aslında biz kendimize ‘Fransız’ kaldık bu topraklarda uzunca bir süredir. Evet. Kendimize Fransız vaziyetteyiz. Çünkü kendimize yabancılaştık fena halde. Aynamız yok bizim. Ülkedeki tüm aynaları fırlatıp attık epeydir. Aynalar kırık şimdi. Bakmıyoruz hiçbir aynadan kendimize. Herkes başkasına bakma derdinde. Aynada kendi kirlenmişliğine bakan yok artık bu ülkede. Kendi toplumumuzun felaket halini görmezden gelerek, kafamızı dibine kadar kuma gömerek, hep başkalarının acısına kaşık sallıyoruz. Hep başkaları bizimle uğraşıyor, hep hakemler bizim hakkımız yiyor. Herkes karşımızda!.. Herkes düşman bize… Oysa… Oysa bize en büyük düşman gene kendimiz! Farkında bile değiliz… Türk’ün en büyük düşmanı gene kendisi! Söyleyin dostlar; bize bizden başka düşmana gerek var mı?..

Onları sadece üretiyoruz!

Aynasını yitirmiş ülke Türkiye, bu anlamda şişmiş bir obez insan gibi. Zamanında hiç düşünmeden, tıka-basa yediklerini çıkarma aşamasına geldi artık. Bu ülke, bu mideyle fesat bir halde! O yüzden her şeyini kusacak. Kusmaya çoktan başladı zaten. Bu mide fesadı ülke; sadece insan üretmekle geçirdiği, nüfusu da bir devlet dairesi gibi şişirdiği yılların faturasını şimdilerde ödemeye başlamış bulunuyor. Daha durun, bu yaşadıklarımız küçük bir başlangıç, işin uvertür kısmı, esas ağır bedel giderek ödenecek. Çünkü Türk insanı bir yandan kendine yabancılaşıp, elinde zaten kısıtlı olan ilke ve değerlerini de hızla yitirirken, çocuklarını da asla gerçek anlamda sevmedi, sevemedi. Çocuğu adeta ‘oyuncak’ gibi gördüğü için o çocuklara ayrıca ‘oyuncak’ alma dürtüsüne asla sahip olamadı. O yüzden bu ülkenin çocukları bizzat kendileri ‘oyuncak’ olarak büyüdüler. Hep onlarla oynandı. Kulakları bir oyuncak bebeğin kulağı zannedilip hep çekildi. Bizler bu ülkede kulağı öğretmen tarafından çekilerek uzatılmış öğrenci karikatürleri çizmek durumunda kaldık yıllarca.

An geldi kafa kafaya tokuşturuldular çocuklarımız bir yetiştirme yurdunda olduğu gibi. Biz bir tanesini gördük midemiz kalktı. Oysa bu durumun böyle olduğunu zaten biliyorduk ama aynamızı yitirmiştik epeydir.

Tıpkı bir oyuncak bebek gibi tokatlar atıldı çocukların yüzlerine. Karnelerinde zayıf geldiği için üzerlerine basılan oyuncak bir kamyon gibi dağıldılar her bir yana. Bu ülkede karnesinde zayıf olan çocuklar evlerinden kaçmak zorunda kaldılar anne-baba korkusuyla… Sırtlarında kızılcıktan soplar kırıldı çocukların. Oysa onların kızılcık ağaçlarının üzerinde olması gerekirdi.

Sonrası hiç düşünülmeden yapılan bu çocuklara, ne anne-babalar, ne de devlet doğru dürüst bir eğitim veremedi upuzun yıllar boyu. Kasvet yüklü, gri badanalı, karanlık koridorlu okullar, her an kaçılacak birer hapishaneye dönüştü çocukların gözünde. Kendisi eğitilememiş nice eli cetvelli, ruh sağlığı kayık öğretmeni saldık zavallı çocuklarımızın üzerine.

Biz ‘çocuk’ sevmiyoruz!

Biz Türkler aslında hiç sevmedik, sevemedik çocuklarımızı. Onları sevdiğimiz anlarda bile havalara fırlatıp attık, bazen tutamadığımız anlar oldu, çocuklar bir vazo gibi düşüp saçıldı yerlere. Herkesin içersinde “göster bakiim amcana pipini’ diyerek ruhsal dengesini bozduk nice erkek çocuğun. İlk adet kanamasını geçiren kız çocuklarına uzaylı yaratıklarmış gibi baktık. Zaten elimizde kolu-bacağı çıkmış plastik bir oyuncak haline gelmiş çocuklarımızı karşımıza alıp, hiç utanıp-sıkılmadan bir de sorduk üstelik onlara: ‘büyüyünce ne olacaksın bakiim yavrucum?”

Zerre kadar düşünmeden ardı ardına bir fabrika malı gibi ürettik durduk onları ve tabii bakamadık hakkıyla hepsine. Sonra... Sonrası belli, bakamadık ve onları kendi hallerine bıraktık öylesine. İşte o çocuklar şimdi sokaklara, caddelere sığmıyorlar. İşte o çocuklar şimdi ellerindeki son tinerleri içip, balileri dayıyorlar burunlarına. İşte o çocuklar şimdi ellerine geçirdikleri bıçaklarla, çakılarla bekliyorlar bizi köşe başlarında. İşte o çocuklar artık 5 yaşında cinayet işleyip, 8 yaşında banka soyabiliyorlar. Bakın yakın geçmişten sıradan bir gazete haberi size: “İki küçük kardeş toplarını kesen yaşlı kadını öldürdü!” 13 yaşındaki G.E. ile 15 yaşındaki S.E. evine kaçan topu kesen 80 yaşındaki yaşlı kadının boğazını bıçakla kesip öldürmüşler. Bu çocukların nasıl yakalandığına dikkat edin şimdi, burası daha da trajik… Bu çocuklar daha önce de evlerinin penceresinden yoldan geçen canlı hedeflere havalı tüfekle ateş ettikleri için polis tarafından gözaltına alınıp, daha sonra serbest bırakılıyor. O gözaltı sırasında alınan parmak izleri yaşlı kadın cinayetinde de bulununca yakayı ele veriyorlar.

Şimdilerde kapısında dilenci olduğumuz o gelişmiş Batı ülkelerinde insanlara nerdeyse silah dayayacaklar çocuk yapmaları için ama adamlar her türlü sosyal hakka sahiplerken bile çocuk yapmıyorlar, ya da o çocuğu yaparken, bin kez düşünerek, kılı kırk yararak yapıyorlar ey çılgın (!) Türk kardeşim! Üstelik bu karanlık tablo daha başlangıç dediğim gibi. Çok daha ağır cinayetler, çok daha sapkın günler yakında bu cahil, otuziki kısım tekmili birden ‘yerli’ hayat sinemasında.

Gözü dönmüş çocuklar gördüğünde onlara hayat boyu yaptıklarını anımsa biraz ey Türk! Sen çocuklarını hiç sevmedin ki kardeşim. Onlar senden sevimli birer küçük oyuncak beklerken, sen bizzat onları hep oyuncak gibi gördün. Onlarla hep sen oynadın. Kolunu-bacağını çıkardığın birer oyuncaktı çocukların. Şimdi o oyuncaklar, yerinden çıkmış kolları, bacaklarıyla, kaydırılmış hayatlarıyla intikamlarını almaya başladılar senden. Onları bu hale, hem senin kör cehaletin, hem de senin yıllarca oy verdiklerin getirdi. Su içer gibi çocuk yaparken biraz da bu durumu düşün artık!..

(Alıntı: İLE dergisi / Cihan Demirci / Sayı:2 Ocak-Şubat 2006)

Hiç yorum yok: