12 Ağustos 2015

BİR “YAŞ GÜNÜ” GÖSTERMEME YAZISI!.. (C.D.)


Uzun yıllardır yaş günlerimi kutlamıyorum, daha doğrusu kutlayamıyorum, çünkü hayat buna izin vermiyor!. Bu yazıyı da bu nedenle kaleme aldım…



Çok uzun yıllar bana “Yaşınızı hiç göstermiyorsunuz” dendi durdu… Hala da denir… Oysa ben bunu hiç önemsemem… Zira hep yaşımı “göstermek” istemişimdir aslında!.. Aynı şey zamanında trajik bir ömrün sahibi anneme de söylenmişti. Sonuçta kadıncağız bir genç kız gibi yaşlanmadan, uzun ve çileli bir hastalığın içinde eriyip erkenden gidiverdi. Bu toplum Mustafa Kemal’in zorlaması sayesinde zamanında batıya doğru birazcık koşturmuş olsa da aslında kabak gibi bir “Doğu” toplumudur ve bu yüzden iç görünüşten çok “dış” görünüşe yani dış cepheye önem verir. Dış cephesi iyi boyanmış, süslü-püslü bir bina gibidir ama o binanın içi aslında hep çürüktür ve yıkılmak üzeredir!.. Bir insanın dıştan “genç” göstermesi de bu yüzden dikkat çeker, önem taşır ve bu sıkça sorgulanır!.. O kişiye bu vaziyeti sık sık hatırlatılır deyim yerindeyse, yaşını göstermemesi fazlasıyla gözüne sokulur!..

Oysa başta da dediğim gibi inanın yaşımı “göstermeyi” ben de çok isterdim ama ağırlıklı olarak büyük yüzdesiyle “genetik” nedenlerden ötürü bu durum olmadı, lakin toplumun bende yarattığı bu baskıya karşı da ilgisiz kalmadım ve yaşımı göstermek, bu sayede biraz daha saygı görmek için, mizahçılara özgü bir tavırla yaşlanmaya uğraştığım anlar da oldu doğrusu!..

Örneğin, bundan 22 yıl kadar önce okullara etkinliklere gitmeye başladığım dönemde, 30’lara gelmiş yaşımı asla göstermiyor, 17-18 yaşında bir genç gibi ortalarda geziyordum. Boyum zaten sırık gibiydi, üstüne üstlük bir de çok zayıf olunca gittiğim okullarda “ağır ve oturaklı” yazar-çizer görmeye alışmış kesimleri hayal kırıklığına uğratıyordum!.. Hiç unutmam söyleşi için gittiğim bir okulda bu aşırı genç görüntüm yüzünden özellikle okul öğretmenlerince “dikkate bile alınmayınca” bu bana çok koymuştu, bir sonraki okul etkinliğine gitmeden saçımın ön tarafına beyaz guaş boyayla birkaç tane beyaz yapıp, kendimi yaşlandırmaya çalışmış, söyleşi sırasında daha ağır konuşup, konuşma arasında su içip, ara sıra öksürmeye bile başlamıştım. Sırf bu yüzden daha sonra epeyce kilo aldığım bile söylenir! (Yani kendi kendime söylediğim budur!.) Ne de olsa mizah duygusuyla dolu, sadece dış görüntülerle yaşayan bu vasat toplumdan daha erken yaşta uzaklara yelken açmış yapıda bir insanız, o topa vurmadan boş kale misali karşımızda bir duran bir toplumla olduğu kadar kendimizle de oynamayı ve dalga geçmeyi severiz elbet.

Oysa sevgili arkadaşlar, aslında dış görünüş boşluğuna düşmüş toplumların dışındaki, gerçekten insanlık adına ilerleme kaydetmiş çağdaş toplumlarda insanın yaşını göstermemesi hiç ama hiç önemli değildir. Hasbelkader zamanında yurt dışında geçen 2 yıla yakın bir sürede bizzat gözlemediğim bir durumdur bu dediğim.

“İnsanın yaşını göstermemesi” bizim gibi içi boşaltılmış ve tamamen dış görüntüye odaklanmış, geri bıraktırılmış toplumlarda önem kazanır. Çünkü o insanın asıl öne çıkartmamız gereken, içinde birikmiş değerleri görmezden gelir, sadece dış görüntüsünü konuşuruz. O insanın bir ömür boyu neler yaptığının, nasıl bir ömür yaşadığının, nasıl bir yerde durduğunun, nasıl bir insan olduğunun pek de önemi yoktur aslında!.. Genç göstermek yeterlidir!.. Genç göstermeyi bu kadar çok seven bu toplum aslında dünya üzerinde benim görebildiğim kadarıyla “gençlerini en az seven” bir toplumdur!.. Yani böylesine tezatlar içinde yaşar. Bu ülkede “genç” olmanın hiçbir değeri yoktur, genç göründüğünüz için sizin birikiminiz de, kültürünüz de, alt yapınız da, iç yapınız da hiç önem taşımaz!.. Değer bulabilmeniz için bir an önce yaşlanmanız gerekir!..

Gördüğünüz gibi “genç görünmek için” hayatları boyunca her şekilde çırpınan, bu anlamda müthiş bir çaba sarf eden insanların çoğunlukta olduğu bir toplumla pek de yakın bir ilişkim olduğu söylenemez. Dış görüntümüzün genç görünmesine bakıp geçenler aslında içimize pek de bakmazlar, içimizde neler barındırdığımız sosyal yapısı sağlam, psikolojik derinliği olan toplumların işidir ne de olsa!.. Dış görüntüsü çok genç duran bir insan aslında içerden acayip yaşlanmış, iç organları acayip sağlıksız biri olabilir, içi geçmiş, içi kararmış birisi de yaşından çok genç durabilir, bunlarla pek ilgilenmeyiz. Aslında ben de hep genç gösterirken pek çok sağlık sorunuyla boğuştum bu yaşa dek. Şahsen genç göstermek yerine daha sağlıklı bir insan olmak sanırım çok daha iyi olurdu!.. Sadece bir mizah yazarı ve çizeri olmakla yetinmemiş, ömrü boyunca bir Sosyolog gibi çalışmış, insan davranışlarına mizah duygusuyla bakabilmiş biri olarak söylüyorum tüm bunları…

Yaş günleri uzun yıllardır benim için “kutlama”dan çok muhasebe günleridir… Zira 2000’li yıllar bana hiç ama hiç yaramadı… Çekirdek ailemi bitiren üzücü hastalıklar ve kayıplar, derin acılar, bitmek bilmez yalnızlıklar yaşadım. İki kez ağır kaza geçirip ölümün kıyısından geri döndüm… Ne denli kof, ne denli nankör, ne denli acımasız bir topluma düştüğümü aslında bu toplumun ne denli yabancısı olduğumu en iyi 2000’li yıllarda kavradım.

Yaşamadığım, yemediğim kazık kalmadı. İşimi kaybettim, sevdiklerimi yitirdim, tek başıma, sipsivri bir ömrün içinde gene de inatla hayata tutundum. Bunu kimse için yapmadım, onca sıkıntıya rağmen bana sunulmuş bir ömür içindi tüm yaptıklarım!.. Bu yüzden yalnızlığıma daha da sıkı sarıldım…

Son derece sağlıksız bir ülkeye düştü ömrümüz… Bu ülke sizi bir anda hak etmediğiniz yerlere çıkardığı gibi, bir anda da gene hak etmediğiniz yerlere düşürüp, perişan edebilir. Gelişmesini asla tamamlayamadığı ve derken “gelişme özürlü” bir hâl aldığı için bu coğrafyada hiçbir güzelliğin ya da çirkinliğin asla ölçüsü ve dengesi yoktur. Bu yüzden insan olma yolculuğuna kalkışanları çok ama çok yorar bu ülke!..

Bu ülke yalanlarla yaşamayı da pek sever!.. Bize bu coğrafyada her alanda yıllar yılı çok yalan söylendi, adeta yalan aşımına uğradık!.. Ben de bir mizahçı olarak taa 30’lu yaşlarıma dek mizahın sadece “gülmece” olduğunu, komediden ibaret olduğunu zannedenlerden biriydim. Çünkü bu ülkede bize söylenen hep buydu. Ama mizahın içine ve derinlerine daldıkça, işin teorisine dair, sayısız yazı ve kitap da okuyunca, kendi deneyimlerimi de bunun içine katarak gördüm ki, mizahın asıl ve kaynağı Dünya mizah Edebiyatının büyük ustası Mark Twain’in de o müthiş saptamasında olduğu gibi; “hüzün”dür!.. Ne der Mark Twain: “Mizahın kaynağı neşe değil, hüzündür, cennette mizah yoktur!..” Belki de sırf bu yüzden cennet-cehennem meraklıları mizahı pek sevmez, onun eleştirilerine katlanamazlar!..

Charles Baudelaire de bence şu saptamasıyla Twain’in açtığı yolu tamamlamış oluyor: “Acının iki çocuğu vardır; biri gözyaşı, diğeri mizah!..”
Yani demem o ‘dur ki, en güçlü, kalıcı ve yenilikçi mizah acıdan, hüzünden doğan mizahtır ve gerçek mizahçıların da hayatları hep acıyla ve hüzünle yoğrulmuştur, bu nedenle onlar sözcüklerini ve eleştirilerini, günümüzün popülizmin batağı içinde mizah yapma peşinde olan tatlısu mizahçıları gibi esirgemezler!..

Hayat manifestosu saydığım bir bakış açım vardır… Arkadaş sohbetlerinde zaman zaman bu örneği tekrarlarım…İçine düşürüldüğümüz derin bir çukurun içinde debelendiğimiz şu karanlık ülkede adına ister “Milliyetçilik”, ister artık onunla aynı kabın içinde buluşan “Ulusalcılık” deyin, bunların aslında ne denli uzağında olduğumu göstermek için hep şu örneği veririm… Dünyaya nerde geleceğimize, yani ülkemizin neresi olacağına, daha doğmadan kendimiz karar verebilseydik ve özellikle bir ülke tercih etseydik o zaman biraz olsun anlayabilirdim bu içi boşaltılmış milliyetçilik saplantısını… Oysa bazı zengin ailelerin çocukları dışında, çocuklar istedikleri yerlerde doğmuyorlar!.. Üstelik onlar da doğacak çocuklarına sorarak yapmıyorlar elbet bunu, sadece kendi zenginliklerinin görgüsüz havasını atmak için yapıyorlar!.. Ama bizler dünyaya gözümüzü açtığımızda bize burası ülkemiz dendi, şu annemiz, bu babamız ve şunlar da akrabalarımız… Onları seçme şansımız yoktu… Düştüğümüz yer burasıydı sonuçta!.. Böyle bakmayı bilebilsek, içi boşaltılmış ve anlamını yitirmiş günümüz milliyetçiliği de bir anda duvara toslar!.. Çünkü doğmak için bu ülkeyi seçen ben değilim. Gözümü açtığımda bulduğum ülke burasıydı. Biz doğarken ülkemizi, ailemizi ve akrabalarımızı seçemeyiz ama biraz büyüdüğümüzde arkadaşlarımızı seçmeye başlarız. O yüzden sağlam arkadaşlar bana hep “sol” yürekten gelir. Benim bakış açımla; arkadaşlık seçildiği için soldadır, ülke, aile ve akrabalar ise seçilemediği için hep sağda!.. Benim sol ve sağ dünya görüşüne özgün bakışım bu şekildedir. Bu nedenle kendimi hep dünya insanı olarak görme yanlısı oldum. Bir ülkeyi ileriye taşımak adına mücadele edip, bu mücadele içinde bir ülkeyi sevmek aslında, içi boş milliyetçi kafalardan çok yurtsever solcuların işidir!.. Çünkü onlar bir yurdu insanlarını ayrıştırıp, katmanlara ve parçalara bölmek için sevmezler!..

Bu ülkenin özellikle 70’li yıllarda, daha çocukken bundan çok daha güzel, çok daha insancıl günlerini gördüm, insan malzemesinin bu denli kirli olmadığı, içten, mütevazı, naif günleri… Ülkem için sevindiğim, üzüldüğüm anlar oldu ama onun körü körüne kölesi olmadım, an geldi övmesini ama an eleştirmesini de fazlasıyla bildim. 80’li ve 90’lı yılları bile mumla aradığımız şu günlerde, seçmeden içine düştüğüm bu ağır coğrafyada artık kendimi fazlasıyla “yabancı” olarak görüyorum. Burası benim doğarken seçmediğim ülke bile değil artık!.. Yabancısı haline geldiğim, itilip-kakılıp, habire gazını yediğim, sürekli kazıklandığım, insan yerine bile konulmadığım, akla ziyan bir açık hava tımarhanesi!..

Batının emperyalizmine değil, Rönesans geçirmiş o uygarlığına müthiş bir inançla koşmadığı için, Batılı olabilme macerasını çoktandır bitirmiş, Doğunun kolaycılığına yenilmiş bir halkın 90 yılı aşan cumhuriyet macerasının altında ezildiği karanlık günlerdeyiz!.. Kimse durduğu yerde değil… İkiyüzlülük genel karakterimiz olmuş ne yazık ki!.. Önden başka, arkadan başka konuşan, ortama göre pozisyon alan insanların çokluğu altında bunaldıkça bunalıyoruz!..
Altımızdan her kesim için bir fay hattı geçiyor ama parçalanan hep ar hattı oluyor!.. Tek derdi din sömürüsü olanlarla, tek derdi milliyetçilik sömürüsü olanların kolkola girdiği bir kara atmosferde paramparça olma yolunda bu kez daha kararlı ilerliyoruz!..

Dünya ülkesi gözükmesine rağmen dünyadan uzakta, kendi boşluğu içinde, zaman kaybetmek için sürekli zamanla oynayan bu ülkenin vatandaşı olmak beni artık sadece utandırıyor!.. Onca emek verdiğim bir ömrün sonunda böylesi bir cehalet toplumunun içinde kaybolup gitmenin acısı düşüyor insan olanın içine!..

2007 yılının Aralık ayından beri 8 yıldır Facebook üzerindeyim… Belki binlerce kısa yorum ve yazı yazdım, an geldi mizahımı, an geldi öfkemi, kızgınlığımı paylaştım burada, sayısını bilmediğim yazı, karikatür ve görsel malzeme kullandım sayfalarımda. Ama dönüp geriye baktığımda yazar-çizerlik serüveninde Facebook’un yarardan çok zararını gördüm. Burada arkadaşları pek çok kez çaktırmadan test ettim ama gördüm ki arkadaş sayısının yüzde 90’ı sadece tamamıyla “sanal” bir şekilde buradalar, yani aslında varken yoklar ve asla gerçek arkadaşlara dönüşmeyecek bir konumda sadece izleyiciler… Sizi sadece sessizce izlemek, takip etmek onlara yetiyor…Elbette ülkede var olan, her şeyi sadece izlemekle yetinen sessiz çoğunluk burada da sessiz çoğunluk!

Buraya kendimi çok kötü kaptırdığım, içimi fazlasıyla boşalttığım anlar oldu. Kendime de fazlasıyla kızdığım anlar!.. Buraya fazla zaman ayırdığımdan 2007 yılından beri ciddi emekler verdiğim, beni ben yapan siyasi-toplumsal-absürd bir mizahla dopdolu kitaplarımı artık yayınlayamaz bir haldeyim!.. Tabii bu sadece buraya fazla zaman ayırmakla sınırlı bir durum da değil… Ülkede öylesine derin ve yoğun bir baskı ortamı oluştu ki, yayıncılar da öylesine tırsmış bir halde ki, zamanında genç bir okurdan kendi kendine ciddi ilgi görüp 24 baskıya ulaşmış, 50 bin civarında satmış, bir mizah klasiği haline gelmiş, isim ve tarz babası olduğum “Geyik Muhabbetleri” adlı kitabımın bile 12 yıldır baskısı olmayabiliyor, üstelik bu kitabın ilk basımının tam da 25. yılında bulunurken… Ya da bundan 30 yıl önce yayınlanmış ilk kitabınızı 30. yılın anısına bile yeniden yayınlayamıyorsunuz. Bunun gibi daha pek çok baskısı bittiği halde basılmayan kitap… Üzerinde 5 yıl çalıştıktan sonra bitireli 2 yıl olduğu halde bekleyen siyasi mizah denemelerinden oluşan kitabımın öylece bana bakar hali de tüm bunların cabası!.. Önünüze birileri bir duvar çekmiş, sizi mizahın muhalif gücünden uzaklaştırmak, sıradanlaştırmak, var olan o sürünün içine katmak için elinden geleni yapıyor kısacası…

Tüm bu etmenler ve özellikle Sosyal medyanın ben de giderek can sıkıntısı yaratan içi kof hali beni yeni bir yaşla birlikte Facebook’a daha az zaman ayırmaya itecek. Yeni bir yaşla birlikte buralara daha az gireceğim. Hayatı sanal olmayan biri olarak sanal olmayan arkadaşlıklara eskiden olduğu gibi gene daha fazla zaman ayırmaya çalışacağım, yoksa hayatı hep mücadeleyle geçmekte olan bu yürek daha fazla dayanamayacak!..

Yazının tepesine de koyduğum gibi 2000’li yılların başlarından beri, epeyce uzun yıllardır yaş günlerini kutlamıyorum, benim için sadece hayatımın muhasebesini yaptığım bir gün oluyor yaş günleri. Ama çeşitli yollarla kutlayan arkadaşlara da çok teşekkür ederim…

Yaş günlerinde, annemi, babamı, hayat yolculuğu sırasında yitirdiğim başka güzel insanları, arkadaşları, güzel geçmiş günlerimi anıyor, heba olmuş emeklerimi düzgün bir ülkede verememiş olmanın hüznünü bir kenara atarak kalan yaşam mücadelemi gene de inatla sürdürüyorum…Yaşadığım tüm olumsuzluklara rağmen mizah duygusuyla sarmalanmış şu inatçılığımı çok seviyorum… Dilerim bu inatçılık son nefese dek sürer!..

Dün tam bu yazıyı yazmıştım ki, benim için çok özel bir ağabeyin de yaşgünüme 1 kala yitip gittiğini öğrendim: TARIK DURSUN K’’nın!.. 1978 yılında mizaha adım atmış, 1981’de profesyonelliğe geçiş yapmıştım ama Tarık ağabey 1990 yılında beni yeniden yaratan, kitap üretmeme hız veren, bana çok emeği geçen, benim ilk editörüm olan, gerçek ağabeyim ve babamdı… Onun gibi birini çok ama çok arayacağım... Zaten babamdan da bir yaş küçüktü… Onun çok insanlığını gördüm ve inanın Edebiyat dünyasında bu denli insanlığını gördüğüm bir başka isim daha sayamam size. Sadece bana değil, içinde nitelik gördüğü pek çok genç yazara-çizere ciddi anlamda destek olmuş, an gelmiş kitaplarıma önsöz de yazmış Tarık Dursun K. ağabeyin de yaş günü öncesi gidişi zaten kutlamayı düşünmediğim yaşgünümü daha da hüzünlü hale getirdi ama ben onun mizah duygusu müthiş biri olduğunu bildiğim için bir yandan muzipçe anılar aklıma geliyor ve o hüznün içinde bile gülümseyebiliyorum.

Bu sayfada daha önce birkaç kez kullandığım, aslında “yaş” günlerim ve “ömrüm” için yazdığım o kısacık ama hüznü içinde şiirle bitireyim bunca sözümü…

ŞİİR GÖZÜ

Yaşımdan genç göstersem ne yazar
Gözlerimin yaşı benden büyüktür

CİHAN DEMİRCİ (12 Ağustos 2015)


Hiç yorum yok: