26 Temmuz 2007

NE ÇOK DEĞERİ YİTİRMİŞİZ ŞU TEMMUZ'DA...

SADIK BİR AĞABEY:

SADIK ŞENDİL

1984'ten kalma bir fotoğraf...Güldürü Üretim Merkezi ekibi toplu halde...Sadık Şendil ağabey, masada oturanlar arasında görülüyor. En solda oturan Kandemir Konduk'un yanında, Sadık ağabeyin sağ yanında ise Ümit Yaşar Oğuzcan var. Müjdat Gezen ve Aziz Nesin de diğer oturanlar. Damdaki Mizahçınız Cihan Demirci de tam Aziz Nesin'in arkasında, en sağdaki şahıs!..

Temmuz ayı öylesine çok mizah insanını aramızdan almış ki, bazen günleri bile karıştırıyoruz bu yüzden... Birlikte çalışma onuruna erdiğim mizah ustalarının en ilginçlerin biri de olan sevgili Sadık Şendil ağabey de, aslında Oğuz Aral ustayla aynı gün, yani 26 Temmuz'da ayrılmıştı aramızdan… 26 Temmuz 1986 tarihinde aramızdan ayrılan Sadık Şendil gerçek bir İstanbul beyefendisi, usta bir senaryo ve oyun yazarıydı… Onun adı her dönemde yeniden sahnelenen unutulmaz tiyatro oyunu “Yedi Kocalı Hürmüz”le bilinir daha çok. "Hababam Sınıfı" filmlerinin senaryolarını da o yazmıştı. Pek çok Kemal Sunal filminin senaryosu da ona aittir...

Sadık Şendil (1913 -1986)

1982-1986 yılları arasında Güldürü Üretim Merkezi’nde (GÜM) çalışırken Sadık ağabey de aramızdaydı… O günlerde 70’ine merdiven dayamış ama o merdivende bile; “Buyur evladım önce sen çık” diyebilecek kadar beyefendi bir yürekti Sadık abi… Benim belkide tanıdığım son gerçek “İstanbul Beyefendisi” idi o… Örneğin; fazlaca sesli gülerken kimse rahatsız olmasın diye mutlaka hemen ceketinin üst cebinden mendilini çıkartıp ağzını kapatırdı… İlk dönemler çalıştığımız mekan Müjdat Gezen ağabeyin Cihangir’de İsmail Dümbüllü Sokakta bulunan dairesiydi.. Çatı katındaydık… Bütün Kabataş ve boğaz ayağımızın altındaydı orada…Apartmanın kapıcısı Hüseyin’in önünde bile ceketini ilikleyen bir insandı sevgili Sadık Şendil…

Yıl: 1983… Müjdat abinin Cihangir’in en tepesinde bulunan dairesinde olduğumuz o güzelim günler… İşte o günlerde 70’ine merdiven dayayan sevgili Sadık ağabey de, bizler gibi her gün Fındıklı’dan yaklaşık 200 basamak filan tırmanarak Cihangir’in tepe noktasındaki bu daireye geliyordu…

Fındıklı’da Akademinin önünden otobüse binmeye hazırlandığım bir gün Sadık abiyi otobüs durağında gördüm… Üstünden hiçbir zaman eksik olmayan şık takım elbisesi, şapkası ve elinde kibarca tuttuğu bastonuyla durağın bir köşesinde sessizce duruyordu… O anda otobüs geldi ve Sadık abi de o itiş kakış hengamesinde benimle aynı otobüse bindi… 70 yaşında olduğu ve otobüste boş yer bulunduğu halde Sadık abi oturmamış ve yerini çocuklu bir kadına vermişti…

40 yıllık bir yazarın hala belediye otobüsüne binmesi ve üstelik ayakta yolculuk yapması ülkeme ve bana hiç tuhaf gelmemiş ama gene de içimi burkmuştu doğrusu…

Yanına yaklaşıp Sadık ağabeye “Merhaba” dedikten sonra, ne tarafa gittiğini sordum…Bana; “Evladım, aslında akşam olsun diye vakit geçiriyorum o yüzden bindim, nereye gittiği pek önemli değil” dedi…

Şaşırdığımı görünce de açıkladı:

“Cihancım, evladım…Şu saatlerde bizim hanımın evde kabul günü var, ben de böyle çeşitli otobüslere binip dolaşıyor ve vakit geçiriyorum.. Misafirler varken eve gitmek istemiyorum çünkü ben evde salondaki yemek masasının üzerinde çalışıyorum… Eee şimdi orası kek, kurabiye, börek filan etrafı da bir sürü kadın doludur… Hayır, yatak odasındaki yatağın üzerine oturup yazdığım da oluyor ama o zamanlarda belime müthiş bir ağrı giriyor işte, n’aparsın evladım!..”

İşte Sadık Şendil buydu… 70 yaşında, 40 yıllık ünlü mü ünlü bir mizah yazarıydı, senaristti, oyun yazarıydı ve hala bir çalışma odası, onu bırakın bir çalışma masası bile yoktu bu gerçek İstanbul beyefendisi Sadık ağabeyin…

O zamanlar 20 yaşlarındaydım ve henüz annemlerle oturuyordum… Bende salondaki yemek masasının üzerinde çalışıyor ve bu durumdan hep yakınıyordum, ta ki Sadık abinin durumunu öğrendiğim o güne dek…

Şimdi ne zaman bir yerlerde; “Senede birgün” şarkısını duysam Sadık abi gelir aklıma hemen…Çünkü Sadık abi; “Beklerim yolunu aylar boyunca, yeter ki gel bana senede bir gün” diyen o güzel şarkının da söz yazarıydı… Sadık Şendil; sevdiğinin yolunu aylarca bekleyebilecek kadar sabırlı ve senede bir gün gelmesiyle bile yetinebilecek kadar alçakgönüllü bir kuşağın insanıydı…

GÜM’ün henüz yeni kurulduğu 1982’nin Haziran ayında televizyonda Dünya Kupası maçları vardı…O dönemler tek kanalımız olan TRT maçları naklen verirdi ve videonun da daha oldukça yeni ve lüks bir alet olduğu bir dönemdi… İşte benim henüz GÜM’e girmediğim bu dönemde Müjdat Gezen, Sadık abi, sanırım Ahmet abi (Ahmet Üstel) filan bir akşam gene TV’den Dünya Kupası maçlarını izliyorlar…

Müjdat abi her zamanki şakacı yanıyla bir şaka hazırlıyor Sadık ağabeye… Videoya bir porno kaset koyup, uzaktan kumandayı da eline alarak çaktırmadan maç yayını sırasında arada bir videoyu çalıştırıyor ve ekranda porno bir sahne görünüyor, hemen tekrar maça dönüyor… Sadık ağabey gözlerine inanamıyor ilk önce ama birşey de diyemiyor…En sonunda Müjdat abi, videodaki sahneyi biraz uzatıp da; “Aman Sadık abi, maça porno yayın karışıyor galiba “ deyince Sadık ağabey çok telaşlanıyor ve o anda ilk söyledikleri; “Eyvah Müjdat!.. Rezalet bu ya, şimdi bu sahneleri evde bizimkiler de, hanım da, çocukta görmüştür di mi?” oluyor…

Sadık ağabey dünya tatlısı bir insandı… Keşke daha fazla tanıyabilseydim dediğim insanlardan biri olmuştur hep…O dönemler birinin ölüm haberi olduğunda GÜM ekibi olarak; “Aman yoksa Sadık abi mi?” diye cümlelere başladığımız dönemlerdi… Ama o günün birinde, hiç beklemediğimiz bir anda tıpkı hayatta yaptığı sessiz-sedasız ve gene kibarca terkedip gitti bu dünyayı…

Bugün artık İstanbul’un Sadık Şendil gibi beyefendileri yok… Beyefendi bir yana zaten artık onların İstanbul’u yok!.. Zaten onlar bugünün İstanbul’una o kadar kibarca katlanamazlardı sanırım, onlar bile ağızlarını bozarlardı bugünkü kaba-saba bu İstanbul’a…

---------------------------------------------------------------------------

OĞUZ AĞABEYİ
ÖZLEMLE ANARKEN...
Sevgili ağabeyim, ustam Oğuz Aral, bu 3 yıl önce çekip gitmek istedi bu dünyadan... O hayatta hep istediğini yapan bir adamdı. Bu ülkeden ve hayattan epeydir sıkılmıştı. Bunu her konuşmamızda cümle aralarında gösteriyordu. Yapacağını fazlasıyla yapmış insanların rahatlığı içinde, 26 Temmuz 2004'te, Bodrum'da bilinçli bir şekilde ayrıldı aramızdan...

Cihan Demirci, ustası Oğuz Aral'la, son yıllarında çalışma atölyesi olarak kullandığı Mecidiyeköy'deki dairesinde... (1 Mart 2002)

Sevgili dostlar...Başta ona yakın çizer dostları ve ailesi olmak üzere bilenler bilir ki, Oğuz ağabey'in ölümü, bilinçli bir terk edişti bu yalan dünyayı... 1978'de tanımıştım onu ilk kez... Gırgır'a karikatür götürmeye başladığım 1978 yılının Mart ayında... Sonra 79-80 yıllarında hep Gırgır'ın binasında dolandım elimde karikatürlerimle... Derken 1986-87 yıllarında yanında çalıştım. Sonra koptum. Kızdığım anlar çok oldu. Ne de olsa henüz çocuktum. Büyüdükçe, onun yaptıklarının kıymetini daha iyi anladım. 90'ların sonlarında onunla yeniden yakınlaştım. 2000'li yılların başlarından başlayarak evine ziyaretler yapmaya başladım. Henüz tamamını yayınlamadığım uzun röportajlar yaptım onunla. Çok zor oldu ama başardım. Sonra 2002'de Taksim'de 100'den fazla insanın izleyebildiği küçük bir mekanda, çok önenmli bir söyleşimiz oldu. Derken o dönemde genel sekreteri olduğum Karikatürcüler Derneğine bir öneride bulundum ve önerim kabul gördü, Oğuz Aral'a Türk karikatürüne kattıklarından ötürü "Cemal Nadir Onur Ödülü" bu şekilde verildi, unutulmaz bir gecede. O gecede gözleri dolan, hep sert dursa da aslında pamuk gibi bir yüreği olan bu müthiş insan, kendinden çok, yitirdiğimiz kim varsa tek tek isimlerini sayarak, "Ancak onlar adına kabul edebilirim" dedi bu ödülü... Gene büyüklüğünü göstermişti. Sonrasında evine tekrar gittiğimde onur ödülün eline alıp, yaşlı gözlerle sarıldı bana... Oğuz ağabey, yapacağını yapmış olmanın verdiği iç rahatlığını yaşasa da, bu dünyadan sıkıldığını söylüyordu sıkça. Sonra anormal sıcak bir Temmuz gününde, ailesine bile haber vermeden aniden ve sessizce gittiği Bodrum'da ölümü seçti... Öğlen sıcağında güneşin altına oturdu, biralarını içti, içti ve gitti... Gitmeyi de kimselere bırakmadı... Her şeyi kendisi yapan bir adam, burda da herkesten önce davranmıştı. Onun bazı görüşlerini MİZAHHABER'e ilettim ordan okuyabilirsiniz, ya da onunla ilgili söylenenleri...

Ben bu kez de değişik bir yazı kullanmak istiyorum... Onunla yapılmış çeşitli röportajlardan bir kolaj yaptım... Bakın Oğuz Aral, 12 EYLÜL SONRASI GÜNLERİNİ NASIL ANLATIYOR... Dediklerini okuyunca, sadece dünü değil bugünü ve düne kadar muhalefet yapanların bile yüzde 46.7 oy aldığı için AKP'yi nasıl alkışladığını çok daha iyi anlayacaksınız... Medyamızın ve insanımızın rezil yüzünü ortaya döken ustamı bir kez daha sevgiyle, özlemle anıyorum, onun gibi gitmek bize de kısmet olur umarım...

BAKIN OĞUZ ARAL 12 EYLÜL
SONRASINI NASIL ANLATIYOR:

"12 Eylül’e kadar insanlara kendi ideolojileri için nasıl ölmeleri gerektiğini anlatan o anlı şanlı solcu köşe yazarları, darbe olur olmaz masalarının çekmecelerini açtılar, içine girip kendilerini içeri kilitlediler..."

"Bakın ne yaptı onlar? Bir kısmı Kenan Evren’in uçağına binip onun gezilerine katıldı. Bir kısmı ise Evren’e akıldanelik etti. Neler yapması gerektiğini anlattı. Biz enayiler, kendi kendimize kaldık. Mesleğimizin gereğini yaptık. Biz mizahçıydık. Mesleğimizin gereğini iyi de yaptık. Benim için 12 Eylül döneminde ne yapabildiğimizin iki önemli işareti var. Birisi, şimdi adını anımsayamadığım bir araştırmacı. Bir gün beni aradı, işçi hareketini anlatan bir çalışma yaptığını, ancak 12 Eylül döneminde işçi hareketlerine ilişkin o dönemde hiçbir gazetede hiçbir haber-yazı bulamadığını, bulabildiği tek şeyin Gırgır’daki karikatürler olduğunu söyledi ve bunları kitabında kullanmak için izin istedi. Ne demek, buyurun kullanın dedim. Gerçekten de 2-3 yıl boyunca başta Cumhuriyet olmak üzere anlı şanlı gazetelerimizin hiçbirinde işçi hareketleriyle ilgili hiçbir haber çıkmadı..."

"Benim için ikinci önemli işaret, tam hatırlamıyorum, ikinci veya üçüncü yılda çıkan bir haberdi, iki üç yıl sonra Cumhuriyet gazetesinde Şükran Ketenci ilk defa bir işçi ya da sendika haberi yazdı. Ben sanmıyorum ki Şükran o süre boyunca yazmamış olsun. Yazmıştı elbet ama yayımlanmamıştı. Bunun üzerine Şükran’a Avni albümümü imzalayıp yazı için teşekkür ederek gönderdim..."

"Diyelim 12 Eylül yönetimi bir karar aldı. Biz de o kararla ilgili bir karikatür, bir espri yayımlardık. En hızlı sol gazetenin en solcu yayın müdürü beni arar, sorardı: - Ya, bunu yayımladınız ama bir şey oldu mu, bir şey yaptılar mı? - Yok yok, bir şey olmadı. - Yaa, biz de yapalım o zaman...”

"HERŞEY SAHTEYDİ BU ÜLKEDE..."

"Her şey sahteydi bu ülkede. 12 Eylül darbesinden sonra patronlar fabrikalarına gitmeye korkmuşlardı ama işçiler gidip çalışmışlardı işte. “İşçi sanmıştık, işçiler köylü çıktı” diyor Aral, “İşçisi sahte, köylüsü sahte, politikacısı sahte, karikatüristi sahte...”

"Karikatürcüsü neden sahte?"

“12 Eylül bir sürü insanı cezaevlerine doldurdu, insanlar cezaevlerinde her şeyleri ellerinden alınmışlığın çaresizliğiyle karikatür çizmeye uğraşıyorlardı. Onlara tarama uçları, çini mürekkepleri gönderebil-mek için neler yapmıştık. Selimiye’de bir binbaşıya nasıl yalvarmıştım. Korsan sergi açtım onlar için. izinsiz sözcüğü az gelir, Beyoğlu’nun göbeğinde resmen korsan sergi açtım. Ne oldu o karikatürcülere? Cezaevinden çıktıktan sonra para kazanıp kadınları düzdüler. Demek ki hepsi sahte karikatürcüydü. O kadar adamın içinden bir tane çıkmaz mıydı? Bir Erhan (Başkurt) kaldı, o da zaten önceden de çiziyordu.”

Sevdakar Çelik'in çizgisiyle Oğuz Aral...

OĞUZ ARAL "MÜŞERREF TEZCAN" VAKASINI ANLATIYOR...

Yaşları müsait olanlar bilirler, 12 Eylül’den önce ortalama bir şarkıcı olan Müşerref Tezcan, 12 Eylül’den sonra söylediği “Türkiyem, Türkiyem cennetiiiim” diye bir şarkıyla darbecilerin gözbebeği olmuştu. Müşerref Tezcan, üstünde bayrak kırmızısı bir elbise, elbisenin göğsünde bir ay-yıldız, başında sünnet çocuklarının başlığı türünden ne olduğu pek kestirilemeyen bir başlık, başlıkta yine bir ay-yıldız, bağırıp duruyordu; “Türkiyem, Türkiyeem cennetiiiim” diye. Sonra bir hafta sonu Gırgır çıktı. Kapağında bildik bayraklı elbisesiyle Müşerref Tezcan vardı ve onunla dalgasını geçen bir bayrak satıcısı. Bu unutulmaz kapağı geçende yıldönümünde "DAMDAKİ MİZAHÇI" bloguna koymuştum, okuyanlar görmüştür... İşte o günleri anlatıyor şimdi Oğuz Aral...

“Bu kadın 12 Eylül’ün şarkı-marş simgesiydi. Kocası Mahmut, bunun imaj-maker’ı olmuş. Kafasına bir fes, üstüne kırmızı bir bez, memelerinin üstüne bir ay-yıldız, al sana imaj. Ulan bir baktım, İzmir’de birazcık direnmeye çalışan işçilere karşı bu kadının şarkısı kullanılıyor, işte ‘Yurduma düşman girmiş’ falan diye. Kim ulan düşman? Düşman bizim izmir’de direnmeye çalışan işçiler. Kapağa koyduk karikatürü. Onun için ilk kapatılan yayın organı olduk elhamdülillah. Önce dergiyi kapattılar, sonra kapatma gerekçesi aradılar. Kim kapatacak dergiyi, nöbetçi hakim. Sabahın köründe nöbetçi hakime gitmişler, derginin kapağını dayamışlar burnuna, bunu kapat demişler. Adamcağız da bir şey bilmeden, bakmış kapağa, kapatma gerekçesini yazmış. GırGır’ın kapatma gerekçesinde aynen, ‘Yaşlı, çirkin, menhus bir kadının üzerine bayrak çizerek Türk bayrağına hakaret’ ettiğimiz yazıldı. Bu sebeple Türk adliyesi benim 2.5 yıl hapsime talip oldu. Ulan bre!...”

Artık Oğuz Aral sıkıyönetim tarafından aranan şahıslardan biridir. “Çok aradılar, tutamadılar” diyor Aral. “Çünkü, bu onların yaptığı ilk, benim gördüğüm üçüncü, dördüncü ihtilaldi.”

Devam ediyor: “Çok aradılar, tutamadılar. Ben de gittim, askeriyeye değil, bana bu davayı açan sivil mahkemeye teslim oldum. Baş hakimi, ayarlamışlar ama mahkemeyi oluşturan diğer nöbetçi iki hakimi ayarlayamamışlardı. Herkes ve her otorite, benim tutuklanacağımdan o kadar emindi ki daha mahkemeye girmeden, mahkeme kapısında kafama bir sürü jandarma dikmişlerdi. Ama o nöbetçi iki garip hakim, bire karşı iki benim serbest bırakılmama, mahkemeden serbest olarak çıkmama karar verince, bizim mahkemenin de kitabına uygun olmasını istediler ve dokunmadılar. (Allah razı olsun!) O hakimlerin başına neler geldiğini de bilemiyorum tabii!..”

Peki ama o karikatürün ne çizgisi, ne esprisi Oğuz Aral’ındı. Üstelik karikatürde imza da yoktu. Derginin sorumlu müdürü de Aral değildi. Neden kendisi gidip teslim olmuştu? Bu soruya da tam ona yakışır yanıt geliyor: “Karikatürün çizgisi ve esprisi benim değildi ama, o derginin her şeyinden ben sorumluydum. Her şeyi ben göğüslemek zorundaydım. O çocukları o vahşetin içine atamazdım, atmadım...”

ZAFER TEMOÇİN ANLATTI:
"ÇÖPE GİDEN 75 BİN
ADET GIRGIR!"

Geçen gün telefonda konuşurken, çizer arkadaşım Zafer Temoçin, üstte gördüğünüz GIRGIR kapağıyla ilgili bildiklerini aktardı bana... Gırgır'ın 581. sayısı, 1983 seçimlerinin hemen öncesinde 23 Ekim 1983'te çıkmıştı... Bu kapağı geçen gün "Damdaki Mizahçı" da kullandığımı görünce bildiklerini anlatmak istemiş Zafer... Turgut Sunalp'li bu kapakla Gırgır dergisi basılmaya başladığında, bu kapağı fark eden, derginin sahibi Haldun Simavi, çok kızmış, devreye girmiş ve kapaktaki Turgut Sunalp'in çok sevimsiz çizilmiş olması yüzünden devam etmekte olan baskıyı durdurtmuş...

Zafer'in deyişiyle, O ana kadar basılan 75 bin Gırgır da patronun isteğiyle çöpü boylamış, ve sonrasında 12 Eylül paşalarının zorla siyasete soktuğu Turgut Sunalp paşanın biraz daha sevimli gözüktüğü bu kapak ortaya çıkmış... Oğuz Aral ustamızı andığımız bu günde, Oğuz Aral'ın o dönemde nelerle mücadele ettiğini sizlere anımsatmak adına, Zafer'in aktardığı bu tarihi notu sizlerle paylaşmak istedim...

Hiç yorum yok: