30 Kasım 2006

30 Kasım Perşembe günü HÜRRİYET gazetesinde YALÇIN BAYER'in "YETER SÖZ MİLLETİN" köşesine yazdığım yazıyı aşağıda yayınlıyorum...
İnsanlarımız düşman
aramak için
aynaya baksınlar!
ÜLKE tüm kurumlarıyla kokuşmuş-rezil-dinbaz ve gerici bir kuşatmanın içinde can çekişiyor. 7.5.2007'de tamamıyla 'Tayyip Cumhuriyeti' olmaya hazırlanan zavallı bir T.C! 'Alaturka şeriat'a çoktan geçtik ama bazı aklı liberallerin ne umurunda? Bu yangın yerinde bile Deniz Baykal gibiler hala kendilerinden başka bir şey düşünmeyerek soldaki işbirliğinin önünü tıkıyorlar. Bu yıl hayatımda ilk kez okullara gidişim engellendi bir yazar olarak, gerici Milli Eğitim Müdürleri tarafından!.. Öğrencilere mizah yasak, artık camiye dönüşmüş okullarımızda! Soluk alamaz haldeyiz! Başbakanlı fıkra kitabımı yayıncılar korktukları için basamadılar. Korkunç bir dinci-faşizm altında inim inim inliyoruz ama sesimizi duyan yok!
Ben dünya coğrafyasında kendi kendine bu denli düşman, kendi kendini bu denli yiyip bitiren, kendi kendini bu denli baltalayan bir ülke daha bilmiyorum. Bilen varsa söylesin!.. O yüzden Kasım ayı başında yayınlanan son kitabımın adını 'Türk'ün Türk'ten Başka Düşmanı Yoktur' koydum! Çünkü biliyorum ki, bizim bizden başka düşmana ihtiyacımız yok. Kendimizden öylesine nefret ediyoruz ki, kendimize öylesine yabancılaştık ki, bizim artık yabancı düşmanlara, dış güçlere filan ihtiyacımız yok. 26 yıldır yazıp-çizen bir kalem erbabı olarak, böylesi duyarsız bir topluma isyan ediyor; insanlarımıza en büyük düşmanı aramak için bir an önce aynaya koşmasını öneriyorum...

Cihan DEMİRCİ (Yazar-çizer)
--------------------------------------------------------------
VAHİT AKÇA 'SES' VERDİ!
Meslektaşımız sevgili Vahit Akça, bugün Hürriyette de yayınlanan yukardaki yazımıza yolladığı maille ve maile eklediği yukardaki çizgisiyle ses verdi... "Sesini duyan var" başlıklı mektubunda şöyle diyor çizer arkadaşımız Vahit Akça: "Damdaki Mizahçı' da yazdığın; 'İnsanlarımız düşman aramak için aynaya baksınlar!' başlıklı yazını okudum. Düşüncelerine katıldığımı söylemek istiyorum. Ülkemiz bir yerlere sürükleniyor ve bu süreçe damgasını vuran pisliklere yapılan makyajdan dolayı, bu sürüklenişi ne yazık ki geniş kitleler fark edemiyor. Markajdan dolayı da, fark edenlerin tepkileri yeterli olmuyor... Tabi yazdıkların beni görüntülü olarak da düşündürdü.. Din, eğitim, medya, sansür bağlamında aklıma düşeni paylaşmak istedim. Bu ülkede pisliklere karşı durmak için bilgi yetmiyor maalesef, cesaretli olmak da gerekiyor... Herşeye karşın bu ülkede 'cesur duruşların' olduğunu bilmek, bizim gibi yenileri de cesaretlendiriyor. Haddimin neresindeyim bilmiyorum ama paylasmak istedim.. Dostluk ve sevgilerimle..."
Zaman zaman hepten yalnız kaldığımız duygusuna kapıldığımız şu ülkede, sevgili Vahit'e duyarlılığından ötürü teşekkür ediyorum... Dam üstünden diyorum ki; "Her türlü görmezden gelmeye inat, kalem mücadelemize devam!.."

29 Kasım 2006

DAMDAKİ MİZAHÇI
AĞAÇ ÜSTÜNDEN ÇİZİYOR!

-----------------------------------------------------------------------

ERCAN AKYOL'A "SEDAT SİMAVİ" ÖDÜLÜ

Sevgili arkadaşımız Ercan Akyol, bu yıl 30. kez verilen "SEDAT SİMAVİ ÖDÜLLERİ"nin "GAZETECİLİK" dalındaki ödülünü "Başbakan ve Yan gelip yatanlar" karikatürüyle kazandı. Gazetecilik dalındaki bir ödül böylece 30 yıldır ilk kez bir karikatüre verilmiş oldu. Karikatürümüze uzun yıllardır yoğun emekler veren, Ercan arkadaşımı "DAMDAKİ MİZAHÇI" olarak bu anlamlı ödül nedeniyle kutluyorum...

--------------------------------------------------------------------------------

SEVGİLİ CEM KENAN'I

"AKŞAM SEFASI"NDA ANDIK

25 Kasım 2003'te, henüz 52 yaşındayken yitirdiğimiz sevgili can arkadaşımız Cem Kenan Öngü'yü 26 Kasım Pazar günü Beyoğlu'nda Saygı Yağmurdereli dostumuzun "Akşam Sefası" adlı mekanında düzenlenen bir yemekli toplantıda andık. Geceye Cem'in biz çizer arkadaşlarının yanı sıra, iki kızkardeşi ve "Ruhi Dostlar Korosu"ndan koro arkadaşları da katıldılar ve gece onların güzelim türküleriyle renklendi. Gecede Semih Poroy, Tayfun Akgül ve Cevat Özer'in ortak çalışmasıyla hazırlanan sinevizyon gösterisinde gösterilen Cem Kenan'ın çizimleri, desenleri, fotoğrafları, notları bizi anılar denizine sürükledi... Üstteki fotoğrafta geceden bir an, yakın planda Cem'in sevgili kızkardeşi Figen ve ablası ile Oğuz Altay, Cihan Demirci, Canol Kocagöz, Ergin Gülen ve Koro dostlarından bir grup görülüyor. (Fotoğraf: Atay Sözer)

Cem Kenan'ı anma gecesinden bir başka fotoğraf. Fotoğrafa, Oğuz Altay'ın elini omzuna attığı, gecenin sinevizyon gösterisini düzenleyen Tayfun Akgül arkadaşımız eklenmiş. (Foto: Atay Sözer)

25 Kasım 2006

YİTİRİŞİMİZİN
3. YILINDA
SEVGİLİ
CEM KENAN
ÖNGÜ...
Sevgili Cem Kenan Öngü'yü yitirdikten sonra çizdiğim iki Cem Kenan portresi...
“Damdaki Mizahçı”lığımız hüzünle- mizahın mücadelesi aslında. Mizahın olağanüstü gücüyle hüzne yenik düşmeme çabası bizimkisi… Ama hüzün mizahı fena halde yener oldu son yıllarda. Hem ne yenme, evire-çevire… Son birkaç yılım sayısız insan kaybıyla geçti… Başta annem olmak üzere, pek çok dostu, arkadaşı, ardı ardına yitirdim. Bu kayıpların gerçek dost ve arkadaş bulmanın giderek imkansız bir hale geldiği günümüzde olması içimdeki hüznü daha da artırıyor doğrusu... Sevgili çizer arkadaşım Cem Kenan Öngü’yü bundan 3 yıl önce 25 Kasım 2003’te yitirmiştik… Cem Kenan, geç bulup erken yitirdiğim gerçek dostlardandı. Eski Türk filmlerindeki, o bozulmamış, o harbi, o pırlanta insan tiplerinden biriydi sanki.

Ömrünün son 10 yılında yakın dostum olmuştu sevgili Cem Kenan… Giderek daha da sağlamlaşan, en ufak bir sorun yaşamamış içten bir dostluk Cem’in apar-topa gidişiyle yarım-yamalak kalakaldı öylece... Fazlasıyla hüzünlü bir mizahçı olarak, içimi çok burkan bir kayıptır Cem’in kaybı… Dam üstündeki o anlatılmaz yalnızlığımın biraz daha artışıdır onun gidişi…
Gözümün önüne, onun son yıllarında birlikte yaptığımız geziler, keyif dolu anlar geliyor. Semih, Ferit, Tayfun ve onunla birlikte dolaşmalarımız, kar kış kıyamette yapılan o çılgın Zonguldak-Devrek gezisi, Ortaköy buluşmaları, Beyoğlu geceleri, Ankara yolculukları, muhasebe bürosundaki sohbetlerimiz... Cem’in kulağımdan asla gitmeyen o bas-bariton sesi ve “Teh teh teh” diyişi… Keyifle söylediği o güzelim türküler…
Bana ilk gelişinde bir ev hediyesi getirmişti. Bu ipinden çekilince her tarafı oynayan tahta bir palyaço... Getirdiği günden beri salon kapımın üstünde asılı duruyor. Palyaçoya her baktığımda hem komik, hem de hüzün dolu anlar düşüyor aklıma… Çok erken yitirdiğim bir can dost için, anlatılması zor bir yutkunma sonrasında dolu dolu oluyor gözlerim…
Sevgili Cem Kenan, iyi ki seni tanımışım demekten başka bir teselli bulamıyorum. Seni 26 Kasım Pazar günü, Beyoğlu’nda Saygı ağabeyin meyhanesinde, can dostlarınla ve ailenle anmış olacağız bir kez daha… Belli ki, bu çukur ülkede, senin gibi “sahici” dostları, her geçen gün daha da fazlasıyla arayacağız… Sana, bende iz bırakan o güzel dostluğun ve arkadaşlığın için bir kez daha teşekkür ediyorum…

Çalışma masamın hemen kenarında duran bir portre karikatürüm.. Portre çizmeye apayrı bir tutkusu olan Sevgili Cem Kenan Öngü, portremi 25 Eylül 2000'de çizip bana hediye etmişti...

Karikatürcüler Derneği, Kasım ayı bülteninin kapağını sevgili Cem Kenan Öngü'ye ayırdı. Bültende onun yakın dostu Semih Poroy'un harika bir yazısı yer alıyor...

15 Kasım 2006

"DAMDAKİ MİZAHÇI"nız Cihan Demirci’nin Bulut Yayınları’ndan Kasım başında yayınlanan yeni kitabı “TÜRK’ÜN TÜRK’TEN BAŞKA DÜŞMANI YOKTUR”dan “Höst-Modern Gazeteciler” adlı bölüm…
Höst-modern kaza-teciler!
Damdan aşağısı “İkitelli” olmuş bugün... Hem de en babasından!.. “İkitelli Baba”ya da adak adanır mı dersiniz?.. Pekiiiii, tel yerine gazete kağıdı mı iliştirmeli medyamızın türbesine?.. Peki ya, nasıl oldu da da İkitelli babalara geldi şu basınımız?.. Nerelerden nerelere düştü gazeteciliğimizin seyri... Damdan biraz dokuz sütuna zum yapmanın vaktidir...

Günümüz gazetecilerinde “kaza eseri” gazeteci olma modu giderek arttığı için onların çoğu artık “kaza-teci” şeklinde bu mesleğe bodoslamadan giriyor. Bu tip gazetecilerimiz modernizmin “post”unu da postalayıp post-modern sonrası bir kaza-tecilik yapmaya başladılar. Şahsen ben onların gazeteciliğine “Höst-modern kaza-tecilik” diyorum. Kendilerinin artık öylesine bol çeşidi var ki, onları yakından çeşitlerine göre ayırmanın ve öyle okuyup-yemenin de tam zamanıdır!.. (Eh ne de olsa balık mevsimindeyiz!)
İşte günümüzün “Höst-modern kaza-teci” tipleri:

1-) ÖZEL YAŞAMCILAR: Kendi özel yaşamlarını bize anlatmanın ötesine asla geçemeyen bu tipler bize sürekli olarak yediklerini, içtiklerini, çıkardıklarını, aştıklarını, saçtıklarını, aşklarını, sevgililerini, kilolarını, kedilerini, köpeklerini, saçlarındaki kepeklerini anlatıp dururlar. Bunlardan geriye “kepek” kalır! Bunlara yapılacak en büyük hakaret: “Yediğin içtiğin senin olsun kardeşim, sen bize biraz da özel yaşamının dışında gördüklerini de anlat” demektir!

2-) PROMOSYONELLER: Bunlar son dönemde sayıları hızla artan promosyon kaza-tecileridir. Hedefleri gazetecilik filan yapmak değil, bir firmanın promosyonu olabilmektir. Bu sayede sıkça bedava geziler yaparak hem dünyayı hem de ülkelerini beş kuruş harcamadan gezer, sonra da bu gezileri o firmanın reklamını yaparak yazarlar. Bunlar için tek önemli şey, promosyonelliktir! Gazetelerine ne kadar promosyon getirirlerse promosyonellikleri o kadar artar. Halkın değil firmaların gazetecileri olduklarından onlara onların yazılarına da “ürün” ya da “rekolte” diye bakmak gerekir!

3-) BÜYÜK OYNAYANLAR: Kendileri karakter olarak epeyce “küçük” insanlar olduklarından bu küçüklüğü kapatmak için gazetecilikte “büyük” oynamayı seçen bu tiplerde günümüzde pek makbuldür. Bu tipler, üç gün önce bir gazete-televizyon patronu hakkında en ağır yazıları yazıp, üç gün sonra o patron tarafından transfer edilirler. Yazdıkları her “ağır” yazı transfer parası ağırlığındadır. Ağırlıkları dolar ve euroyla ölçülür. Tek dertleri dokuz sütuna paradır. Sahi, onları satın almak için sizin de büyük oynamanız gerekir!

4-) ZOMBİLİRKİŞİLER: Her konudan anlayan, her şeyi bilen bu kaza-teci tipi size her istediğiniz, ya da istemediğiniz konuda yazı yazabilir, ahkam kesebilir. Onları bazen politika uzmanı, bazen yaşam kültürü koçu, bazen futbol yorumcusu, bazen sıkı bir ekonomist, bazen sanat eleştirmeni, bazen müthiş bir gurme, bazen tarih profesörü, bazen de güzelden anlayan bir jüri üyesi olarak görebilirsiniz. Bu tiplerin bir ayağı mutlaka televizyondadır. Anlamadıkları tek şey, televizyon tamiridir dersek hata yapmış olabiliriz, isterseniz televizyonunuz bozulduğunda birini servis olarak çağırın bakalım!

5-) ŞİRKETTEN KAZA-TECİLER: Bu zat-ı muhteremler aslında “Promosyonel” tip kaza-tecilerin daha güçlü bir kolunu oluştururlar. Bunları gazeteye patron değil, reklam veren şirketler alır sanki. Büyük şirketlerin sözcüleri kıvamında ve konumunda kaza-tecilik yapan bu tiplerin içinden “Büyük Oynayan kaza-teci” tipi çıktığı da olur. Bazılarının maaşlarının artık gazete tarafından değil de, reklamını yaptığı şirket tarafından verildiği dedikodusu bile çok yaygındır.

6-) MEDYALAKALAR: Son zamanlarda sayıları giderek artan bu neo-kazateci tipine göre “Medya daima haklıdır” ve hiçbir zaman, hiçbir konuda medya hata yapmaz. Medyanın bugüne dek ülkemizde yaptığı hiçbir hata ve yanlış yoktur. Hata sürekli olarak kaşı taraftadır. Bunlar tipik medya pompacılarıdır. Bu tiplere bir çeşit reyting medyası avukatı da diyebiliriz. Medyanın çıkarları ve reyting bayrağının düşmemesi için yapmayacakları yalakalık yoktur. Onlara televizyonlarda sık sık telefon bağlantısı yapılarak, medyayı savunmaları için süre verilir. Medyalakalık insanı obez mi yapıyor acaba, zira bunlar nedense hep epeyce kilolu tiplerdir!..

7-) CİNS-KALEMLER: Son yıllarda özellikle bazı gazetelerin cumartesi-Pazar eklerinde üremeye başlayan bu yeni kaza-teci tipi için hayat sadece cinsellikten ibarettir. Penis boyuna kafayı takmışlardır. Sekiz ya da dokuz sütuna dayalı gazetecilikten çok “santime” dayalı habercilik yaparlar!.. Denize girdiklerinde bile denizin boyu geçmesinden ziyade “denizin penis boyunu geçip geçmemesi” onlar için daha çok önem taşır. Açılmayı sadece cinsellikle sınırlı tutarlar. Bazılarından daha sonraları yayın yönetmeni bile çıkabilir... İçlerinde kadın kaza-teci sayısı da hızla artmaktadır. Yataktan öteye bir yol bulamayan, orgazm sayısı başına prim aldıkları söylenen bu yeni tip kaza-tecilerin genellikle aşırı derecede cinsel sorunları olanlar arasından çıktığı söylenmektedir. Valla biz söyleyenlerin yalancısıyız!

8-) AYNEN YENGENLER: Son olarak ele alacağımız kaza-teci tipinde biraz durup da soluklanmak da yarar var. Zira bu tipler aslında mesleğe sağlam-dürüst-kalemine güvenilir gazeteci olarak başladıktan sonra yoldan çıkan ama yoldan çıktığını da okuruna pek çaktırmayan oldukça kurnaz eski kumaş kişilerdir. Genellikle aynı yazıları evirip-çevirerek tekrar tekrar, yüzlerce kez yazarlar. Medyada bozulan etik vaziyetlerden en çok onlar şikayet eder. Eski güzel günlerin özlemini en çok onlar yaşar. Dürüstlük abidesi gibi gözüktükleri halde, yardıma ihtiyacı olan genç bir gazeteci gördüklerinde hemen yollarını değiştirirler. Saf okur tarafından heykelleri dikilebilecek olan bu tipler belki de yukarda saydığımız tüm olumsuz kaza-teci tipinin de zamanında üremesine neden olmuş, hala “pek dürüst” sanılan cingöz ağabeylerdir!..

(Bu alıntıya yer veren siyahkahve.com sitesine teşekkür ederiz.)

TÜRK’ÜN TÜRK’TEN BAŞKA DÜŞMANI YOKTUR / Cihan Demirci / Bulut Yayınları / Deneme / Kasım 2006 / 208 sayfa / 12 YTL www.bulutyayin.com

-------------------------------------------------------------------------
DAMDAKİ MİZAHÇI'DAN
3 ADET HIRSIZ
KARİKATÜRÜ

---------------------------------------------------------------

DAMDAKİ MİZAHÇI'DAN TEŞEKKÜR

Sevgili DAMDAKİ MİZAHÇI blog dostları, 10 Kasım günü yazdığım "MUSTAFA KEMAL'E AÇIK MEKTUP" sizlerden çok sayıda mail aldı, mail yollayarak duygularını benimle paylaşan tüm blog dostlarına çok teşekkür ediyorum...

12 Kasım 2006

İçine sindiremeden uzaklara
giden bir liderin ardından…
BİR HÜZÜNLÜ ÖYKÜ:
BÜLENT ECEVİT
Karikatürünü ilk kez 11 yaşında çizmiştim. Bu da 44'lerken son Ecevit çizimim...

Bir hüzünlü öyküdür Bülent Ecevit benim için… Ben doğduğumda o Çalışma Bakanıymış… İlkokulda derslerime çalışırken o CHP’nin genel başkanı oldu… Üniversiteye adım attığım 1980’de ise, hayatımızı karartan o berbat darbe hem onu, hem de bizi savurup, fırlatıp attı… Öylesine fırlatıp attı ki, onun deyimiyle; bir daha içimize sindiremedik hiçbir şeyi… Şu acı bir gerçek ki; bir daha ne o, ne de biz kendimizi 70’li yıllardaki kadar “güzel” bulamadık bu ülkede… Henüz onun siyasi hayatından kısa olan ömrüme çocuk yaşlarda “umut” sözcüğünü o sokmuştu ilk kez… Olasılıkta onunla girmişti dilimize… Ne de olsa “Umudumuz”du o yıllarda… Yoksa umudun olasılığı mıydı?.. 70’li yıllardı… Güzel yıllar… Kirlenmemiştik bu kadar henüz… 14-15 yaşlarındaydım… 1977 seçimi öncesindeki günler geliyor şimdi aklıma…. İçimizi “Ecevit” heyecanının sarmaladığı o heyecanı bol, müthiş günler… Seçim otobüsünün peşinden Aksaray’dan Saraçhane’ye dek koştuğum o günler… Sonra daha geriye gidiyorum. Evde, tuhaf ve farklı bir çocuk olarak kendi kendime dergi ve gazete yaptığım 70’li yılların başlarına gidiyorum… Henüz 9-10 yaşlarında başlamıştım, mizah dergisi ve günlük gazete hazırlamaya… Bugün bile bazıları duruyor. Onlardan bir tanesi 20 Temmuz 1974 tarihi taşıyor. 11 yaşında bir çocuk olarak o gün, “2. BASKI” olarak çıkarmışım gazetemi.. Manşet haber: “Askerlerimiz Kıbrıs’ta”, sonra en arka sayfada belki de çizdiğim ilk Ecevit karikatürlerinden biri var. Derken aklıma bazı bilgiler düşüyor… 1971’de 12 Mart darbesine karşı duruşu ve sırf bu yüzden CHP genel sekreterliğinden istifa edişiyle kazandığı sol puanlar, ülkemizdeki sendikal hareketlere öncülük yapması, emekten-işçiden-üreticiden yana olan samimi tavrı… 1972’de CHP’nin başına geçmesi, 1973’te yüzde 33 civarı oy almasına rağmen, rezil bir seçim sistemi yüzünden tek başına iktidar olamaması ve uzun süren o bitmek bilmez hükümet kurma maceraları, derken MSP gibi gerici-dinci bir partiyle kurulan berbat bir koalisyon ve Ecevit’in çocuk yaşta gözümde yitirdiği ilk puanlar… Bu hükümet döneminde palazlanmaya başlamıştır ne de olsa gerici kadrolaşma. Sonra en parlak dönemi olan 1977 seçimlerinde zirveye çıkışı, yüzde 41’i aşan bir oy alması ama gene seçim sistemi rezaleti nedeniyle tek başına iktidar olamayışı… Asla tek başına iktidar olamayan, hayatı boyunca koalisyonlara mahkum kalan şair bir siyasetçinin yüzüne vuran o hüzün… Sonrasında dağılmaya, kırılmaya başlayan o mavi umutlarımız… 1980 darbesinin yarattığı o mavi bereli derin tahribat ve 80’lerin ortasında DSP’nin kuruluşu… DSP yıllarıyla birlikte çizgisinden adım adım uzaklaştığım bir Ecevit… Uzakta kalan eski bir liman gibi, içimi saran tanıdık bir hüzün… Hayatı boyunca 5 kez başbakan olan ama bir kez olsun bile “Tek başına iktidar” olamayan bir Ecevit… Bu bile affettirir bazılarına onu… Hem de en büyük rakibi Demirel’in günün birinde cumhurbaşkanı olduğu bir ülkede, tek başına iktidar olamamış bir Ecevit… Bir sürü Ecevit var benim için… Bir yandan umut, bir yandan umut kırıklığı… Bir yandan o , bir yandan Rahşan hanım… Anlatılması zor, acılarla örülü, 70’lerden kalma buruk bir sevgi… Bir yandan laiklikten ödün vermeyen ama bir yandan da laikliğin en sinsi düşmanı Fettullah Hoca’lardan övgüler alan, onlara koltuk çıkan bir Ecevit portresi… Bir yandan solcu ama bir yandan da soldan her geçen yıl daha da uzaklaşmış, sonunda içine hiçbir şeyi sindiremez hale gelmiş, dürüst bir liderin portresi… Bir yandan dürüst, nazik, onurlu, saygılı, ince, hassas bir insan, diğer yandan çevresini saran yiyici takımını ve nice Hüsamettin’leri fark edememiş bir başka kişilik… 90’ların sonlarında düşen performasıyla ve 2000’lerin başlarındaki inadıyla AKP’nin altına adeta kırmızı halı serilmesine katkı sağlayan bir Ecevit… Acaba hangisi Ecevit’ti?.. Lakin her türlü yanlışına rağmen, son 50 küsur yılın, o rezil, o kirli politikacı portreleri içersinde, gene de ışıldayan temiz bir şair yüzü… Siyasetimizde örneği pek görülmeyen, okuyup-yazmış bir entelektüel beyin… Bugün ülkede her önemli cenaze sonrasında yaşanan o ikiyüzlü tabloya bakarak içim bir kez daha ürperiyor. Kim ne derse desin. Ne kadar sahtekar bir toplum olduğumuz cenazeler sayesinde tekrar tekrar yüzümüze, yazımıza, yazgımıza vuruyor... Zamanında Ecevit’e her türlü zararı verenlerin, onu düşürmek, onu yıkmak için yırtınanların timsah gözyaşları günlerdir dinmiyor… Öylesine sırıtıyor ki bu gözyaşları insanı çileden çıkarıyor… Bu bir günah çıkartma mıdır?.. Yoksa bu ülke artık sadece günahkarlardan mı oluşuyor?.. Neden böyleyiz biz?.. Neden hep ölünce kıymetli olur bu ülkede insanlar?.. Neden yaşarken farklı, ölünce farklı bir tavır… O benim için, bu ülkenin hüzünlü siyasi tarihinin en önemli yıldızlarından biriydi. Ama yıllar önce kayan bir yıldızdı. Gökten kayarken, tuttuğum dileklerin tutmadığı bir yıldız… İçimi burkan, içimi acıtan bir yıldız… 44 yılı bulan ömrüm hep onunla geçti bu ülkede, onu çizdim, onu yazdım… Onun son 5-6 yılda içine düştüğü perişan durum benim hep içimi ezdi… Cenazeye bakıyorum, içimdeki hüzün azıyor… Anayasa kitapçığı kafasına atılan bir cumhurbaşkanının koluna girerek ayakta durabilen Rahşan hanım takılıyor gözüme… Cenaze arabasının arkasına sımsıkı yapışmış bir Rahşan hanım… Önce çiçekler, sonra yanlışlar düşüyor, Ecevit dizelerinin üstüne… Müthiş bir kalabalık… Ecevit’i 2002 seçimlerinde sandığa gömmüş bir halk şimdi Ecevit’ine ağlıyor… Gözyaşları sel olmuş Kızılaya akıyor… Ankara yüzbinleri ağırlıyor…

Belli ki her şeyi anında unutan halkımız Ecevit’le ilgili pek çok şeyi de kısa sürede unutacak, onun dürüst bir lider oluşu anımsanacak belki de sadece… Ne de olsa burası artık dürüstlüğünü çoktan yitirmiş bir ülkedir… Dürüstlüğünü yitirmiş bir ülkede, aslında kendi geleceğine ağlayan bir halkın gözyaşlarındaki pınarlar kuruyana dek akacak, akacak, akacak… Olan gene sadece, içine sindiremeden bu topraklardan gidene olacak, tıpkı diğer gidenlere olduğu gibi… Hayatımızdan bir parça olmuştun sen, güle güle Ecevit!..

ECEVİT'Lİ YILLARDAN
GIRGIR VE ÇARŞAF
KAPAKLARI
Gırgırlı yılların lideriydi Ecevit... 1972'de Gırgır'ın çıktığı yıl o da CHP'nin başına geçmişti. Gırgır'ın adını duyurmaya başladığı 1973'te ise seçimleri kazanmıştı. Sayısız kez kapak oldu Gırgır dergisine... Ancak Erbakan'la 1974'te kurabildiği MSP-CHP koalisyonu olumsuz anlamda Gırgır'a çok fazla malzeme oldu. İşte 1974'lerden kalma bir Oğuz Aral çizimli bir kapak. Davul tamam da, zurnanın sesi çatlak çıkıyor!.. Diğer kapak ise; Çarşaf dergisinin 5. sayısına ait, 1976'dan kalma bir Semih Balcıoğlu kapağı... Sahi pek okunamayan alt yazısında: "Ülkenin en yi hatibi" yazıyor...
Gırgır'lı yıllar... Ecevit'in başbakan olduğu 70'li yıllardan iki kapak örneği daha... Birisi Mehmet Polat çizimi, diğeri Oğuz Aral... 1978'lerde Ecevit'in başbakan olduğu dönem, Ecevit o dönemde Demirel'in ardından gelmenin talihsizliğini yaşıyor, diğer kapaktan ise onun iktidardan ziyade muhalefette başarılı olduğunu anlıyoruz.
İşte 1978'lerden gene Ecevit'li iki Gırgır kapağı, ikisi de Oğuz Aral çizimi... Bir kapakta ambargo derdi yaşayan Ecevit, diğerinde ise dertlere "Aspirin" yazmaktan öte çare olamayan doktor bir Ecevit...

10 Kasım 2006

DAMDAKİ MİZAHÇI'DAN ÖLÜMÜNÜN 68. YILINDA MUSTAFA KEMAL'E AÇIK MEKTUP...


Sevgili Mustafa Kemal; bıraktığın Cumhuriyet sözde hala T.C. ama Tayyip Cumhuriyeti’nin T.C.’si bu artık!..”


Mustafa Kemal'in cenaze töreninden sararmış özel bir fotoğraf... Cenaze top arabasında, Dolmabahçe'ye veda ederken... (1938)


"SEVGİLİ MUSTAFA KEMAL..."

“Sevgili Mustafa Kemal… Gene sirenler çalıyor dışarıda. Bir 10 Kasım daha ruhunu yitirmiş bir şekilde bertaraf ediliyor. Bu belki de son 10 Kasım T.C. için… Durum bildiğin gibi değil zira, durum Kurtuluş savaşı yıllarından çok daha vahim ama ortada o yıllardaki halkta yok ne yazık ki… Öyle bir halk yok artık… O halkı yok etmeyi başardılar sevgili Mustafa Kemal… Sana yazmak istedim… Zira elimden gelen en iyi şey bu benim… Yalnızlığımın tek ilacı… Dam üstlerinde epeyce yalnız bırakılmış bir ‘Damdaki Mizahçı’ olarak, ülkemin hazin haline bakıp içim üşürken, sana yazmak istedim..

Sana “Atatürk” demektense, çocukluğumdan beri “Mustafa Kemal” demeyi sevdim ben. Seni sadece önünde durulan ve çelenk bırakılan soğuk bir heykel olarak, benden uzaklaştırmaya çalışan, ama ağzından “Atatürk” sözcüğünü de asla düşürmeyen o sahtekar zihniyete bu sayede dayandım zira... Sana “Mustafa Kemal” dedikçe senin hep gözden kaçırdığımız o insan yanın sarmaladı beni. Işık oldun 44 yılı bulan çileli ömrüme… Sevgili Mustafa Kemal, senin ölümünün 25. yılında gelmişim dünyaya… Anımsadığım yıllar 60’ların sonları, 70’lerin başlarıydı. Ülkedeki insan malzemesi bugünlerden çok daha parlaktı. Bu denli kirlenmemiş, bu denli kokuşmamıştı Türk insanı… 1981 yılı senin doğumunun 100. yılıydı ve o zamanlar 18 yaşında, henüz 3 yıllık karikatürcü olan ben hayatımın ilk karikatür sergisini açarak, darbe sıcaklığı yaşanan o günlerde etrafı kaplayan o sahte Atatürkçüleri eleştirmiştim… Ne kadar haklı olduğumu zaman bir kez daha gösterdi bana… O sahte Atatürkçülerin başında bugün Marmaris’te 90’ına gelmiş bir halde keyif çatan malum zat var!.. Sana en büyük zararı verenlerin baş tacı olan bir zat!..


Mustafa Kemal'in cenazesinden bir özel fotoğraf daha... (1938)



Bugün ölümünün 68. yılı… 2006 yılındayız… Uzay çağı… Uzay çağındayız ama insanlık mağara devrine geri döndü bir yandan!.. İçinde bulunduğumuz T.C. hala Türkiye Cumhuriyeti gibi gözükse de artık; Tayyip Cumhuriyeti’nin baş harfleri bunlar… T.C. geçtiğimz 29 Ekim’de son bayramını kutladı belki de, bana sorarsan yeni de bitmedi, çok daha önce bitirildi koca Cumhuriyet… Üstelik bu cumhuriyeti ülkeyi kurtarmak adına darbe yapan askerler bitirdiler sevgili Mustafa Kemal. Bir tanesi şu aralar, giderayak günah çıkartmaya başladı kargaların bile içini sızlatarak…

Ne yazık ki, senin olağanüstü bir mücadele ve anlatılamaz bir azimle, binbir güçlük içinde kurup bıraktığın cumhuriyet, bugün tanınmaz halde… Rezil bir durumdayız… Hem rezil durumdayız ama daha da kötüsü rezil halde olmamıza rağmen, bize özgü o utanma duygusundan eser kalmadı!.. Benim gibi belli değerlerle, ilkelerle yetişen bir kuşağın içinde kalan az sayıdaki onurlu ama zavallı insan “utanma duygusu”nu hala yitirmedi… Ben şahsen utanıyorum… Kendini bütün dünyaya sürekli rezil eden, böylesi aciz ve zavallı bir ülkenin vatandaşı olmaktan dolayı utanıyorum… Sırtını AB İlerleme raporlarına dayayıp, ülkeyi Ortaçağın yobaz karanlığına koşturan Tayyip Cumhuriyeti’nin vatandaşı olmaktan dolayı utanıyorum!.. Batıya koşturup gibi yaparak ülkeyi sıradan, kişiliksiz bir ‘İslam’ ülkesi haline getirenlere olan öfkem büyüdükçe büyüyor… Senin adını ağzından eksik etmediği halde, eserine zerre kadar sahip çıkamamış, elini taşın altına koymaktan aciz bu; ürkek, korkak, tırsak, ikiyüzlü, sahtekar toplumdan gittikçe daha da uzaklaşıyorum…

Senin 10 yılda yarattığın o her yaştan 15 milyon gençten artık eser kalmadı. Şimdi hiçbir halta yaramayan 72 milyonluk koca bir nüfusun altında ezilip kaldı bu canım ülke… Sadece insan kalabalığı bir ülkeyiz artık sevgili Mustafa Kemal… Hem Batının, hem de Doğunun şamar oğlanı haline gelmiş, kişiliğini, kimliğini yitirmiş zavallı, hantal, kof, yobaz mı yobaz bir ülkeyiz artık… Akıl sağlığımızı fena halde yitirdik bu ülkede sevgili Mustafa Kemal… Cinnet bir ülke oldu bu coğrafya… Öylesine bir cinnet içindeyiz ki, 17 aylık bebeklere bile tecavüz ediyor, çocuk pornosu izlemede dünya birincisi olabiliyoruz!.. Türk dediğin; saf, aptal, kafası sadece kurnazlığa çalışan, üçkağıtçı, dolandırıcı, hortumcu, uyuşturucu satıcısı, dürüst olmayan kimse olarak algılanıyor artık dünya üzerinde…Öylesine bir hale geldik ki, artık dış güçlerin düşmanlığına da ihtiyacımız kalmadı… İşte bu yüzden yeni çıkardığım kitabımın adını, özellikle: ‘TÜRK’ÜN TÜRK’TEN BAŞKA DÜŞMANI YOKTUR’ koydum… Çünkü bizim artık en büyük düşmanımız gene biziz sevgili Mustafa Kemal…



Mustafa Kemal'in cenazesinin geçtiği yollar ve o günün İstanbul'undan bir görüntü... (1938)

Batının birkaç asıra sığdırdığı, senin sadece 15 yılda gerçekleştirdiğin o muhteşem devrimlerin altı-üstü oyula oyula orta yerde devrim filan kalmadı. Ne Türkçe kaldı, ne laiklik, ne kılık-kıyafet.. Ülke yobazın, dinbazın, gericinin, faşistin elinde boğulmuş bir halde sevgili Mustafa Kemal… Üstelik kendini ulusalcı gören bir kesim bile yurtseverlikle, milliyetçiliği birbirine karıştırıp giderek daha da ırkçılaşarak, gericinin karaçarşafına yağ sürüyorlar şimdilerde… Koca bir halk ise öylece kalakalmış, öylece çömelmiş, kendi bitişini seyrediyor, tıpkı güneşin batışını izler gibi… Tıpkı güzel bir manzara ya da televizyon dizisi izler gibi ülkesinin ve kendisinin elden gidişini öylece izleyen ama kılını kıpırtdatmayan zavallı, kendine yabancılaşmış bir halk… Kendi gölgesinden korkar hale getirilmiş, sindirilmiş, satın alınmış, halk olduğunu unutmuş perişan bir halk…


Sevgili Mustafa Kemal… Senin ‘Muasır medeniyet’ diye gösterdiğin yerin aslında Batı değil Doğu olduğunu söyleyerek gitti son yıllarında büyük bir şair… Oysa senin kastettiğin Batının aydınlık yüzüydü tabii ki ama o yüzden eser bırakılmadı ülkede. Batı artık sadece o emperyalist yüzüyle karşımızda, bizimde görmek istediğimiz Batı bu zaten!.. Batının geçmişte kalmış uygar yüzüyle, aydınlanma devrimiyle artık bir yakınlığımız yok!.. Benim içim üşüyor… Bu ülke içimi ürpertiyor artık… Tıpkı ölüm ürpertisi gibi… Bu ülke “ölüm” kokuyor zira… Ölü bir halkın kokusu geliyor burnuma… Midem kalkıyor… Seni doğumunun 125. yılında değil, gene ölüm yıldönümünde hatırladık işte bu yüzden… Oysa 2006 yılı senin doğumunun 125. yılıydı ama biz 125. yıldan çok, seni ölüm yıldönümünde anımsadık, bu boşuna değil… Doğumunu kutlayacak yüzümüz mü kalmamıştı dersin?.. Hiç sanmıyorum, çünkü fazlasıyla pişkin ve yüzsüzüz artık. Asıl sorun, daha acı ve daha derinde; bizim doğumdan çok ölümü sevmemizdir asıl sorun… Ölümlerden çok doğumlara sahip çıksaydık bugün böyle bir yerde mi olurduk?.. O ölümler böyle mi olurdu o zaman?.. Bunu söylemek insanın içini acıtsa da not düşmek gerekiyor; biz doğum değil, ölüm toplumuyuz!.. Öldürmeyi, yok etmeyi çok daha fazla seviyoruz artık. O yüzden öleni zamanında sevmesek bile öldükten sonra şizofrenik yanımız depreşiyor ve ikiyüzlü bir üzüntüyle sarsılıp duruyoruz, tıpkı şu sıralar Bülent Ecevit’e yaptığımız gibi…




İstanbul'da cenazenin geçtiği yollar, caminin üzerinde, kubbelerin üzerinde onlarca-yüzlerce insan sel olmuş... (1938)


Sevgili Mustafa Kemal, 7 Mayıs 2007’de de bu ülke, eğer bir mucize olmazsa tamamıyla Tayyip Cumhuriyeti haline gelecek... Her konuda iş işten geçtikten sonra kendine gelme adeti olan bir halkın sürüneceği günler çok yakında… Bu ülke daha asıl karanlığı yaşamadı… Gelecek yılla başlayan süreç, bir mucize olmazsa kabustan beter günler getirecek elde kalan son düzgün insanlar için… Çünkü yıllardır karanlığın sahiplerini ihya ediyor bu ülke… Yobazlığa-gericiliğe kucak açıyor, onu kolluyor, onu palazlandırıyor... Benim için cumhuriyet bayramlarını kutlama adeti bitti bu yüzden… Senin ölüm yıldönümlerinde ise içim daha ne kadar üşür bilemiyorum… Daha ne kadar dayanabilirim, dökülen bu vücudumla, dinmek bilmez bu kalem yalnızlığına… Bu ülkeye lüks olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum… Bu ülkenin seni hak etmediğine olan inancım doruklarda geziyor artık… Ama şunu biliyorum ki, koca bir halk, tıpkı koyunları gibi uçurumun dibine doğru gitse de, benim gibi biçareler son nefeslerine dek kalem mücadelesini sürdürecekler, hiç kimsenin adamı ve maşası olmadan…

Sevgili Mustafa Kemal… 2006 yılındayız ve ben senin 1938’de henüz 57 yaşında ölürken yaşadığın o anlatılamaz yalnızlığı şimdi çok daha iyi anlıyorum… Bil ki, senin o parlak ışığın ölene dek üzerimdedir, gerisi yıldönümünden bir hikaye…
DAMDAKİ MİZAHÇI
CİHAN DEMİRCİ


Mustafa Kemal, onu son kez Ankara'ya götürecek trende... (1938)



Ve o tren İstanbul'dan Ankara'ya giderken... (1938)


09 Kasım 2006

6 Kasım'dan itibaren kitapçılara verilmeye başlanan yeni kitabım "TÜRK'ÜN TÜRK'TEN BAŞKA DÜŞMANI YOKTUR"dan sizin için yaptığım bir alıntı...

Alaturka şeriat’a buyurmaz mısınız?
Ne demiş “Damdaki Mizahçı”nın biri: “Bilimin giremediği eve hurafe girer!..” Bilimin giremediği, kapı altından bile sızamadığı hurafeler ülkesinde yaşıyoruz... Bu hurafeler şimdilerde altın çağını yaşıyor... Ha bilim ha güneş, ikisi de giremeyince “doktor” giriyor evlerimize!.. Bu doktor da çoğunlukla “akıl doktoru” artık...

Hurafeye batırılmış, örümceklenmiş kafaların en iyi panzehiri mizahtır. Böyle anlarda kafayı daha da yememek için mizahın gücüne sığınmakta yarar var. Hurafeler ülkesinde bundan sonra gelebilecek ‘alaturka şeriat’ yasaklamaları neler olur diye, çömelmeden biraz ayakta düşündük ve bakın karşımıza hangi abuk maddeler çıktı:

1- Ey müminler! Bütün sapıklıkların başı ‘Patlamış mısır’dır. Bu yüzden patlamış mısır dinimizce mekruhtur. Patlamış mısır, Batı’da patlamış, dejenere olmuş ve ehl-i namusunu yitirmiş, dış güçler tarafından paketlenerek bizim sütlü ve namuslu Alibeyköy mısırımızın arasına karışmıştır! 2- Gerçek bir müslüman evine asla armut almaz. Çünkü armudun sapı var! 3- Fritöz kullanan bir müslüman ahlaki çöküntü içersindedir. 4- Güllaç dururken, profiterol yiyenler bunun hesabını ahiret günü vereceklerdir ve o gün bu kafirler için en acısı; hesap sırasında kredi kartları da geçmeyecektir! 5- Dini bütün bir ev kadını asla ve asla ‘Sulu köfte’ yapmaz. Çünkü ağır başlı olmayan, son derece sulu bir köftenin ne yapacağı belli olmaz. 6- Bir koca karısının elini ancak karısı uçuruma düştüğü vakit tutabilir. 7- Gerdek gecesi kan çıkmazsa gelin ‘kelek’ sayılır ve iade edilir, damat ‘kabak’ çıksa da dinimizce fark etmez! 8- Uzaktan kumanda kullanmak yüce rabbimize saygısızlıktır. Bütün uzaktan kumandalar derhal kırılıp çöpe atılmalıdır. 9- İmam nikahsız eşli pişti oynayanların yaptığı piştiler Allah katında geçersizdir. 10- Erkek kişi romatizmalı ise ayağını kuma, sağlıklıysa evine sürekli kuma sokar! 11- Yatak çarşafları ‘çizgili’ olmalıdır ki, hatun kişiler yatakta çizgiyi geçmesin. 12- Sürücü kursunda erkek şoförlerle çalışan hatun kişiyi TEM otoyolunda alimallah cinler çarpar! 13- Hatun kişi erkeğinin ayağını ön yıkamasız yıkamak zorundadır. 14- Haşemayla denize giren dini bütün bir hatun hemen dibe dalmalı, ve denizde olduğu sürece denizin üstünde asla gözükmemelidir. 15- Türbanlı bir kızın göbek atması ve göbeğinin açıkta kalması ancak göbeğinde okunmuş-üflenmiş bir hoca yazısı varsa mümkündür. 16- Bir öğrencinin öğretmeni tarafından tek ayak üstünde cezaya bırakılması dinimizce günahtır. Ceza anında öğrencinin yere çömelmesi uygundur. 17- Sadece ayakta değil rüzgara karşı işemek de dinimizce uygun değildir. 18- Etraftakilerin duyacağı bir şekilde ishal olmak günahların en büyüğüdür. 19- Aslında ‘işemek’ başlı başına günahtır. Neden derseniz, çünkü işeyen insan mutlaka onu işetecek bir alkollü içki içmiştir, örneğin; bira içenler çok sık işerler ki, bu da bize işeme denen şeyin alkolle olan çarpık ilişkisini gösterir. 20- Gerçek bir mümin; yaz geceleri çok sıcak, yapış yapış bir nemle dolu olsa da, asla bunlardan etkilenmeyip sonuçta yatağa yattığı anda ‘huşu’ içinde uyumalıdır. 21- İç çamaşırlı ya da mayolu bir kadının fotoğrafına kazara bakan bir vatandaşımız derhal 32 adet vesikalık fotoğraf çektirip, ikametgah senedi ve nüfus sureti çıkartarak tüm bunları bir tütsünün içine atmalı, sonra da oradan çıkartıp okunmuş bir kibritle yakmalıdır.

22- Türbanından saçının teli gözüken bir hatun kızımız, üç yıl boyunca her öğlen bir tencere ‘Tel’ şehriye çorbası yaparak bu çorbayı mahalledeki tesettürlü yoksullara dağıtmalıdır. 23- Sağlam bir mümin karlı-buzlu havalarda uçağa asla binmez!.. Çünkü uçaklar karlı-buzlu havalarda “alkolle” yıkanmaktadırlar... Karlı-buzlu bir havada alkolle yıkanmış bir uçağa binen mümin, sanki kendisi alkol almış kadar günaha sahip olur!.. 24- Cep telefonundan gün boyunca sürekli SMS çekmek ve yollanan mesajları açıp okumak dinimizce günahtır, böylelerine; ‘tespih çekmek neyine yetmiyor ey kafir!’ demek yerinde olacaktır. Hele hele utanmadan “toplu mesaj çekenler” cehennemde toplu olarak yanacaklardır!.. 25- Müminler birikmiş günahları için bilgisayarlarında bir word dosyası açabilir, akıllarında tutamadıkları kimi günahlarını bu dosyada biriktirebilirler. Bu dosyaya virüs girerse, dosya mutlaka hemen silinmelidir, çünkü bu virüs mutlaka şeytani bir virüstür!.. Mail yoluyla yollanacak günahların çok yüklü olmamasına da dikkat edilmeli, böyle durumlarda megabayt gücü yükseltilmelidir!.. 26- Bazı vatandaşlar Sırat Köprüsünde de OGS gişeleri var zannederek, bu köprüyü gişelerde beklemeden geçeceklerini zannetmektedirler. Sırat Köprüsünde de “OGS” sistemi uygulanmaktadır ama buradaki OGS’nin açılımı: “Ortalama Günah Sayısı”dır. Rahmetli vatandaş Sırat Köprüsüne geldiğinde “Ortalama Günah Sayısı”nın durumuna göre muamele görecek, günah fazlası olanlar ister istemez köprü trafiğine takılacaklardır!.. 27- Bebeğinizin göze gelmemesi için bokunda “boncuk” bulunması gerekir!.. İşte bu yüzden bebeğinizin bokuna “boncuk” atınız... Ancak bu boncukları daha sonra takı tasarımında kullanmayınız!.. Bu boncukları görenler; “Vay be, bebeğe bak, bokunda boncuk bile var” demek zorunda kalırlar. Böylece bebek göze gelmez!.. 28- Diş fırçalarında domuz kılı vardır. Ha yabancı bir erkeğin kılı, ha yabancıya ait domuzun kılı!.. Hiç fark etmez!.. Bu yüzden özellikle hatun kişiler bu kılı dişlerine sürerlerse alimallah kızlıkları o dakikada gider!.. Kıldan, tüyden uzak durmak bir hatun kişinin en önemli görevidir. Bu yüzden evdeki çalı süpürgesinden bir diş kopartıp hem fırça hem de kürdan niyetine kullanmak caizdir!.. 29- Malum faiz dediğin haram, lakin “kâr payı” dediğin helaldir!.. Bazı münafıklar ikisi de aynı şey demektedir. Oysa biri İslami kesimdir, diğeri Amerikan traşıdır. Sahi, top ense yaptırmak da mümin kişiye pek yaramaz. 30- Hatun bir kişi olur olmadık gülümsemez, gülmez, kahkaha atmaz. Çünkü o gülerse karşısındaki mümin hemen tahrik olur, o da ağırlığını ve de ‘ağır ol da molla desinler’ vaziyetini unutup maazallah gülmeye filan başlar, o dakikada ağır abi bir müminlik kazaya uğrar, neme lazıııım!.. 31- Ülke böylesine dinbazlık yarışına girmişken, hâlâ AB kapısında beklemek gaflettir, hıyanettir, delalettir. Bizler için artık zaman, cennet kapısını çalmanın zamanıdır!.. Taaak, taaaak taaaak!..
TÜRK'ÜN TÜRK'TEN BAŞKA DÜŞMANI YOKTUR
/ CİHAN DEMİRCİ / BULUT YAYINLARI /
DENEME / KASIM 2006 / 208 SAYFA / 12 YTL /