
30 Kasım 2006

29 Kasım 2006
-----------------------------------------------------------------------
ERCAN AKYOL'A "SEDAT SİMAVİ" ÖDÜLÜ
Sevgili arkadaşımız Ercan Akyol, bu yıl 30. kez verilen "SEDAT SİMAVİ ÖDÜLLERİ"nin "GAZETECİLİK" dalındaki ödülünü "Başbakan ve Yan gelip yatanlar" karikatürüyle kazandı. Gazetecilik dalındaki bir ödül böylece 30 yıldır ilk kez bir karikatüre verilmiş oldu. Karikatürümüze uzun yıllardır yoğun emekler veren, Ercan arkadaşımı "DAMDAKİ MİZAHÇI" olarak bu anlamlı ödül nedeniyle kutluyorum...
--------------------------------------------------------------------------------
SEVGİLİ CEM KENAN'I
"AKŞAM SEFASI"NDA ANDIK
25 Kasım 2003'te, henüz 52 yaşındayken yitirdiğimiz sevgili can arkadaşımız Cem Kenan Öngü'yü 26 Kasım Pazar günü Beyoğlu'nda Saygı Yağmurdereli dostumuzun "Akşam Sefası" adlı mekanında düzenlenen bir yemekli toplantıda andık. Geceye Cem'in biz çizer arkadaşlarının yanı sıra, iki kızkardeşi ve "Ruhi Dostlar Korosu"ndan koro arkadaşları da katıldılar ve gece onların güzelim türküleriyle renklendi. Gecede Semih Poroy, Tayfun Akgül ve Cevat Özer'in ortak çalışmasıyla hazırlanan sinevizyon gösterisinde gösterilen Cem Kenan'ın çizimleri, desenleri, fotoğrafları, notları bizi anılar denizine sürükledi... Üstteki fotoğrafta geceden bir an, yakın planda Cem'in sevgili kızkardeşi Figen ve ablası ile Oğuz Altay, Cihan Demirci, Canol Kocagöz, Ergin Gülen ve Koro dostlarından bir grup görülüyor. (Fotoğraf: Atay Sözer)
Cem Kenan'ı anma gecesinden bir başka fotoğraf. Fotoğrafa, Oğuz Altay'ın elini omzuna attığı, gecenin sinevizyon gösterisini düzenleyen Tayfun Akgül arkadaşımız eklenmiş. (Foto: Atay Sözer)
25 Kasım 2006



Çalışma masamın hemen kenarında duran bir portre karikatürüm.. Portre çizmeye apayrı bir tutkusu olan Sevgili Cem Kenan Öngü, portremi 25 Eylül 2000'de çizip bana hediye etmişti...

Karikatürcüler Derneği, Kasım ayı bülteninin kapağını sevgili Cem Kenan Öngü'ye ayırdı. Bültende onun yakın dostu Semih Poroy'un harika bir yazısı yer alıyor...
15 Kasım 2006
1-) ÖZEL YAŞAMCILAR: Kendi özel yaşamlarını bize anlatmanın ötesine asla geçemeyen bu tipler bize sürekli olarak yediklerini, içtiklerini, çıkardıklarını, aştıklarını, saçtıklarını, aşklarını, sevgililerini, kilolarını, kedilerini, köpeklerini, saçlarındaki kepeklerini anlatıp dururlar. Bunlardan geriye “kepek” kalır! Bunlara yapılacak en büyük hakaret: “Yediğin içtiğin senin olsun kardeşim, sen bize biraz da özel yaşamının dışında gördüklerini de anlat” demektir!
2-) PROMOSYONELLER: Bunlar son dönemde sayıları hızla artan promosyon kaza-tecileridir. Hedefleri gazetecilik filan yapmak değil, bir firmanın promosyonu olabilmektir. Bu sayede sıkça bedava geziler yaparak hem dünyayı hem de ülkelerini beş kuruş harcamadan gezer, sonra da bu gezileri o firmanın reklamını yaparak yazarlar. Bunlar için tek önemli şey, promosyonelliktir! Gazetelerine ne kadar promosyon getirirlerse promosyonellikleri o kadar artar. Halkın değil firmaların gazetecileri olduklarından onlara onların yazılarına da “ürün” ya da “rekolte” diye bakmak gerekir!
3-) BÜYÜK OYNAYANLAR: Kendileri karakter olarak epeyce “küçük” insanlar olduklarından bu küçüklüğü kapatmak için gazetecilikte “büyük” oynamayı seçen bu tiplerde günümüzde pek makbuldür. Bu tipler, üç gün önce bir gazete-televizyon patronu hakkında en ağır yazıları yazıp, üç gün sonra o patron tarafından transfer edilirler. Yazdıkları her “ağır” yazı transfer parası ağırlığındadır. Ağırlıkları dolar ve euroyla ölçülür. Tek dertleri dokuz sütuna paradır. Sahi, onları satın almak için sizin de büyük oynamanız gerekir!
4-) ZOMBİLİRKİŞİLER: Her konudan anlayan, her şeyi bilen bu kaza-teci tipi size her istediğiniz, ya da istemediğiniz konuda yazı yazabilir, ahkam kesebilir. Onları bazen politika uzmanı, bazen yaşam kültürü koçu, bazen futbol yorumcusu, bazen sıkı bir ekonomist, bazen sanat eleştirmeni, bazen müthiş bir gurme, bazen tarih profesörü, bazen de güzelden anlayan bir jüri üyesi olarak görebilirsiniz. Bu tiplerin bir ayağı mutlaka televizyondadır. Anlamadıkları tek şey, televizyon tamiridir dersek hata yapmış olabiliriz, isterseniz televizyonunuz bozulduğunda birini servis olarak çağırın bakalım!
5-) ŞİRKETTEN KAZA-TECİLER: Bu zat-ı muhteremler aslında “Promosyonel” tip kaza-tecilerin daha güçlü bir kolunu oluştururlar. Bunları gazeteye patron değil, reklam veren şirketler alır sanki. Büyük şirketlerin sözcüleri kıvamında ve konumunda kaza-tecilik yapan bu tiplerin içinden “Büyük Oynayan kaza-teci” tipi çıktığı da olur. Bazılarının maaşlarının artık gazete tarafından değil de, reklamını yaptığı şirket tarafından verildiği dedikodusu bile çok yaygındır.
6-) MEDYALAKALAR: Son zamanlarda sayıları giderek artan bu neo-kazateci tipine göre “Medya daima haklıdır” ve hiçbir zaman, hiçbir konuda medya hata yapmaz. Medyanın bugüne dek ülkemizde yaptığı hiçbir hata ve yanlış yoktur. Hata sürekli olarak kaşı taraftadır. Bunlar tipik medya pompacılarıdır. Bu tiplere bir çeşit reyting medyası avukatı da diyebiliriz. Medyanın çıkarları ve reyting bayrağının düşmemesi için yapmayacakları yalakalık yoktur. Onlara televizyonlarda sık sık telefon bağlantısı yapılarak, medyayı savunmaları için süre verilir. Medyalakalık insanı obez mi yapıyor acaba, zira bunlar nedense hep epeyce kilolu tiplerdir!..
7-) CİNS-KALEMLER: Son yıllarda özellikle bazı gazetelerin cumartesi-Pazar eklerinde üremeye başlayan bu yeni kaza-teci tipi için hayat sadece cinsellikten ibarettir. Penis boyuna kafayı takmışlardır. Sekiz ya da dokuz sütuna dayalı gazetecilikten çok “santime” dayalı habercilik yaparlar!.. Denize girdiklerinde bile denizin boyu geçmesinden ziyade “denizin penis boyunu geçip geçmemesi” onlar için daha çok önem taşır. Açılmayı sadece cinsellikle sınırlı tutarlar. Bazılarından daha sonraları yayın yönetmeni bile çıkabilir... İçlerinde kadın kaza-teci sayısı da hızla artmaktadır. Yataktan öteye bir yol bulamayan, orgazm sayısı başına prim aldıkları söylenen bu yeni tip kaza-tecilerin genellikle aşırı derecede cinsel sorunları olanlar arasından çıktığı söylenmektedir. Valla biz söyleyenlerin yalancısıyız!
8-) AYNEN YENGENLER: Son olarak ele alacağımız kaza-teci tipinde biraz durup da soluklanmak da yarar var. Zira bu tipler aslında mesleğe sağlam-dürüst-kalemine güvenilir gazeteci olarak başladıktan sonra yoldan çıkan ama yoldan çıktığını da okuruna pek çaktırmayan oldukça kurnaz eski kumaş kişilerdir. Genellikle aynı yazıları evirip-çevirerek tekrar tekrar, yüzlerce kez yazarlar. Medyada bozulan etik vaziyetlerden en çok onlar şikayet eder. Eski güzel günlerin özlemini en çok onlar yaşar. Dürüstlük abidesi gibi gözüktükleri halde, yardıma ihtiyacı olan genç bir gazeteci gördüklerinde hemen yollarını değiştirirler. Saf okur tarafından heykelleri dikilebilecek olan bu tipler belki de yukarda saydığımız tüm olumsuz kaza-teci tipinin de zamanında üremesine neden olmuş, hala “pek dürüst” sanılan cingöz ağabeylerdir!..
(Bu alıntıya yer veren siyahkahve.com sitesine teşekkür ederiz.)
TÜRK’ÜN TÜRK’TEN BAŞKA DÜŞMANI YOKTUR / Cihan Demirci / Bulut Yayınları / Deneme / Kasım 2006 / 208 sayfa / 12 YTL www.bulutyayin.com
---------------------------------------------------------------
DAMDAKİ MİZAHÇI'DAN TEŞEKKÜR
Sevgili DAMDAKİ MİZAHÇI blog dostları, 10 Kasım günü yazdığım "MUSTAFA KEMAL'E AÇIK MEKTUP" sizlerden çok sayıda mail aldı, mail yollayarak duygularını benimle paylaşan tüm blog dostlarına çok teşekkür ediyorum...
12 Kasım 2006

Bir hüzünlü öyküdür Bülent Ecevit benim için… Ben doğduğumda o Çalışma Bakanıymış… İlkokulda derslerime çalışırken o CHP’nin genel başkanı oldu… Üniversiteye adım attığım 1980’de ise, hayatımızı karartan o berbat darbe hem onu, hem de bizi savurup, fırlatıp attı… Öylesine fırlatıp attı ki, onun deyimiyle; bir daha içimize sindiremedik hiçbir şeyi… Şu acı bir gerçek ki; bir daha ne o, ne de biz kendimizi 70’li yıllardaki kadar “güzel” bulamadık bu ülkede… Henüz onun siyasi hayatından kısa olan ömrüme çocuk yaşlarda “umut” sözcüğünü o sokmuştu ilk kez… Olasılıkta onunla girmişti dilimize… Ne de olsa “Umudumuz”du o yıllarda… Yoksa umudun olasılığı mıydı?.. 70’li yıllardı… Güzel yıllar… Kirlenmemiştik bu kadar henüz… 14-15 yaşlarındaydım… 1977 seçimi öncesindeki günler geliyor şimdi aklıma…. İçimizi “Ecevit” heyecanının sarmaladığı o heyecanı bol, müthiş günler… Seçim otobüsünün peşinden Aksaray’dan Saraçhane’ye dek koştuğum o günler… Sonra daha geriye gidiyorum. Evde, tuhaf ve farklı bir çocuk olarak kendi kendime dergi ve gazete yaptığım 70’li yılların başlarına gidiyorum… Henüz 9-10 yaşlarında başlamıştım, mizah dergisi ve günlük gazete hazırlamaya… Bugün bile bazıları duruyor. Onlardan bir tanesi 20 Temmuz 1974 tarihi taşıyor. 11 yaşında bir çocuk olarak o gün, “2. BASKI” olarak çıkarmışım gazetemi.. Manşet haber: “Askerlerimiz Kıbrıs’ta”, sonra en arka sayfada belki de çizdiğim ilk Ecevit karikatürlerinden biri var. Derken aklıma bazı bilgiler düşüyor… 1971’de 12 Mart darbesine karşı duruşu ve sırf bu yüzden CHP genel sekreterliğinden istifa edişiyle kazandığı sol puanlar, ülkemizdeki sendikal hareketlere öncülük yapması, emekten-işçiden-üreticiden yana olan samimi tavrı… 1972’de CHP’nin başına geçmesi, 1973’te yüzde 33 civarı oy almasına rağmen, rezil bir seçim sistemi yüzünden tek başına iktidar olamaması ve uzun süren o bitmek bilmez hükümet kurma maceraları, derken MSP gibi gerici-dinci bir partiyle kurulan berbat bir koalisyon ve Ecevit’in çocuk yaşta gözümde yitirdiği ilk puanlar… Bu hükümet döneminde palazlanmaya başlamıştır ne de olsa gerici kadrolaşma. Sonra en parlak dönemi olan 1977 seçimlerinde zirveye çıkışı, yüzde 41’i aşan bir oy alması ama gene seçim sistemi rezaleti nedeniyle tek başına iktidar olamayışı… Asla tek başına iktidar olamayan, hayatı boyunca koalisyonlara mahkum kalan şair bir siyasetçinin yüzüne vuran o hüzün… Sonrasında dağılmaya, kırılmaya başlayan o mavi umutlarımız… 1980 darbesinin yarattığı o mavi bereli derin tahribat ve 80’lerin ortasında DSP’nin kuruluşu… DSP yıllarıyla birlikte çizgisinden adım adım uzaklaştığım bir Ecevit… Uzakta kalan eski bir liman gibi, içimi saran tanıdık bir hüzün… Hayatı boyunca 5 kez başbakan olan ama bir kez olsun bile “Tek başına iktidar” olamayan bir Ecevit… Bu bile affettirir bazılarına onu… Hem de en büyük rakibi Demirel’in günün birinde cumhurbaşkanı olduğu bir ülkede, tek başına iktidar olamamış bir Ecevit… Bir sürü Ecevit var benim için… Bir yandan umut, bir yandan umut kırıklığı… Bir yandan o , bir yandan Rahşan hanım… Anlatılması zor, acılarla örülü, 70’lerden kalma buruk bir sevgi… Bir yandan laiklikten ödün vermeyen ama bir yandan da laikliğin en sinsi düşmanı Fettullah Hoca’lardan övgüler alan, onlara koltuk çıkan bir Ecevit portresi… Bir yandan solcu ama bir yandan da soldan her geçen yıl daha da uzaklaşmış, sonunda içine hiçbir şeyi sindiremez hale gelmiş, dürüst bir liderin portresi… Bir yandan dürüst, nazik, onurlu, saygılı, ince, hassas bir insan, diğer yandan çevresini saran yiyici takımını ve nice Hüsamettin’leri fark edememiş bir başka kişilik… 90’ların sonlarında düşen performasıyla ve 2000’lerin başlarındaki inadıyla AKP’nin altına adeta kırmızı halı serilmesine katkı sağlayan bir Ecevit… Acaba hangisi Ecevit’ti?.. Lakin her türlü yanlışına rağmen, son 50 küsur yılın, o rezil, o kirli politikacı portreleri içersinde, gene de ışıldayan temiz bir şair yüzü… Siyasetimizde örneği pek görülmeyen, okuyup-yazmış bir entelektüel beyin… Bugün ülkede her önemli cenaze sonrasında yaşanan o ikiyüzlü tabloya bakarak içim bir kez daha ürperiyor. Kim ne derse desin. Ne kadar sahtekar bir toplum olduğumuz cenazeler sayesinde tekrar tekrar yüzümüze, yazımıza, yazgımıza vuruyor... Zamanında Ecevit’e her türlü zararı verenlerin, onu düşürmek, onu yıkmak için yırtınanların timsah gözyaşları günlerdir dinmiyor… Öylesine sırıtıyor ki bu gözyaşları insanı çileden çıkarıyor… Bu bir günah çıkartma mıdır?.. Yoksa bu ülke artık sadece günahkarlardan mı oluşuyor?.. Neden böyleyiz biz?.. Neden hep ölünce kıymetli olur bu ülkede insanlar?.. Neden yaşarken farklı, ölünce farklı bir tavır… O benim için, bu ülkenin hüzünlü siyasi tarihinin en önemli yıldızlarından biriydi. Ama yıllar önce kayan bir yıldızdı. Gökten kayarken, tuttuğum dileklerin tutmadığı bir yıldız… İçimi burkan, içimi acıtan bir yıldız… 44 yılı bulan ömrüm hep onunla geçti bu ülkede, onu çizdim, onu yazdım… Onun son 5-6 yılda içine düştüğü perişan durum benim hep içimi ezdi… Cenazeye bakıyorum, içimdeki hüzün azıyor… Anayasa kitapçığı kafasına atılan bir cumhurbaşkanının koluna girerek ayakta durabilen Rahşan hanım takılıyor gözüme… Cenaze arabasının arkasına sımsıkı yapışmış bir Rahşan hanım… Önce çiçekler, sonra yanlışlar düşüyor, Ecevit dizelerinin üstüne… Müthiş bir kalabalık… Ecevit’i 2002 seçimlerinde sandığa gömmüş bir halk şimdi Ecevit’ine ağlıyor… Gözyaşları sel olmuş Kızılaya akıyor… Ankara yüzbinleri ağırlıyor…
Belli ki her şeyi anında unutan halkımız Ecevit’le ilgili pek çok şeyi de kısa sürede unutacak, onun dürüst bir lider oluşu anımsanacak belki de sadece… Ne de olsa burası artık dürüstlüğünü çoktan yitirmiş bir ülkedir… Dürüstlüğünü yitirmiş bir ülkede, aslında kendi geleceğine ağlayan bir halkın gözyaşlarındaki pınarlar kuruyana dek akacak, akacak, akacak… Olan gene sadece, içine sindiremeden bu topraklardan gidene olacak, tıpkı diğer gidenlere olduğu gibi… Hayatımızdan bir parça olmuştun sen, güle güle Ecevit!..






10 Kasım 2006
DAMDAKİ MİZAHÇI'DAN ÖLÜMÜNÜN 68. YILINDA MUSTAFA KEMAL'E AÇIK MEKTUP...


Bugün ölümünün 68. yılı… 2006 yılındayız… Uzay çağı… Uzay çağındayız ama insanlık mağara devrine geri döndü bir yandan!.. İçinde bulunduğumuz T.C. hala Türkiye Cumhuriyeti gibi gözükse de artık; Tayyip Cumhuriyeti’nin baş harfleri bunlar… T.C. geçtiğimz 29 Ekim’de son bayramını kutladı belki de, bana sorarsan yeni de bitmedi, çok daha önce bitirildi koca Cumhuriyet… Üstelik bu cumhuriyeti ülkeyi kurtarmak adına darbe yapan askerler bitirdiler sevgili Mustafa Kemal. Bir tanesi şu aralar, giderayak günah çıkartmaya başladı kargaların bile içini sızlatarak…
Ne yazık ki, senin olağanüstü bir mücadele ve anlatılamaz bir azimle, binbir güçlük içinde kurup bıraktığın cumhuriyet, bugün tanınmaz halde… Rezil bir durumdayız… Hem rezil durumdayız ama daha da kötüsü rezil halde olmamıza rağmen, bize özgü o utanma duygusundan eser kalmadı!.. Benim gibi belli değerlerle, ilkelerle yetişen bir kuşağın içinde kalan az sayıdaki onurlu ama zavallı insan “utanma duygusu”nu hala yitirmedi… Ben şahsen utanıyorum… Kendini bütün dünyaya sürekli rezil eden, böylesi aciz ve zavallı bir ülkenin vatandaşı olmaktan dolayı utanıyorum… Sırtını AB İlerleme raporlarına dayayıp, ülkeyi Ortaçağın yobaz karanlığına koşturan Tayyip Cumhuriyeti’nin vatandaşı olmaktan dolayı utanıyorum!.. Batıya koşturup gibi yaparak ülkeyi sıradan, kişiliksiz bir ‘İslam’ ülkesi haline getirenlere olan öfkem büyüdükçe büyüyor… Senin adını ağzından eksik etmediği halde, eserine zerre kadar sahip çıkamamış, elini taşın altına koymaktan aciz bu; ürkek, korkak, tırsak, ikiyüzlü, sahtekar toplumdan gittikçe daha da uzaklaşıyorum…
Senin 10 yılda yarattığın o her yaştan 15 milyon gençten artık eser kalmadı. Şimdi hiçbir halta yaramayan 72 milyonluk koca bir nüfusun altında ezilip kaldı bu canım ülke… Sadece insan kalabalığı bir ülkeyiz artık sevgili Mustafa Kemal… Hem Batının, hem de Doğunun şamar oğlanı haline gelmiş, kişiliğini, kimliğini yitirmiş zavallı, hantal, kof, yobaz mı yobaz bir ülkeyiz artık… Akıl sağlığımızı fena halde yitirdik bu ülkede sevgili Mustafa Kemal… Cinnet bir ülke oldu bu coğrafya… Öylesine bir cinnet içindeyiz ki, 17 aylık bebeklere bile tecavüz ediyor, çocuk pornosu izlemede dünya birincisi olabiliyoruz!.. Türk dediğin; saf, aptal, kafası sadece kurnazlığa çalışan, üçkağıtçı, dolandırıcı, hortumcu, uyuşturucu satıcısı, dürüst olmayan kimse olarak algılanıyor artık dünya üzerinde…Öylesine bir hale geldik ki, artık dış güçlerin düşmanlığına da ihtiyacımız kalmadı… İşte bu yüzden yeni çıkardığım kitabımın adını, özellikle: ‘TÜRK’ÜN TÜRK’TEN BAŞKA DÜŞMANI YOKTUR’ koydum… Çünkü bizim artık en büyük düşmanımız gene biziz sevgili Mustafa Kemal…

Sevgili Mustafa Kemal… Senin ‘Muasır medeniyet’ diye gösterdiğin yerin aslında Batı değil Doğu olduğunu söyleyerek gitti son yıllarında büyük bir şair… Oysa senin kastettiğin Batının aydınlık yüzüydü tabii ki ama o yüzden eser bırakılmadı ülkede. Batı artık sadece o emperyalist yüzüyle karşımızda, bizimde görmek istediğimiz Batı bu zaten!.. Batının geçmişte kalmış uygar yüzüyle, aydınlanma devrimiyle artık bir yakınlığımız yok!.. Benim içim üşüyor… Bu ülke içimi ürpertiyor artık… Tıpkı ölüm ürpertisi gibi… Bu ülke “ölüm” kokuyor zira… Ölü bir halkın kokusu geliyor burnuma… Midem kalkıyor… Seni doğumunun 125. yılında değil, gene ölüm yıldönümünde hatırladık işte bu yüzden… Oysa 2006 yılı senin doğumunun 125. yılıydı ama biz 125. yıldan çok, seni ölüm yıldönümünde anımsadık, bu boşuna değil… Doğumunu kutlayacak yüzümüz mü kalmamıştı dersin?.. Hiç sanmıyorum, çünkü fazlasıyla pişkin ve yüzsüzüz artık. Asıl sorun, daha acı ve daha derinde; bizim doğumdan çok ölümü sevmemizdir asıl sorun… Ölümlerden çok doğumlara sahip çıksaydık bugün böyle bir yerde mi olurduk?.. O ölümler böyle mi olurdu o zaman?.. Bunu söylemek insanın içini acıtsa da not düşmek gerekiyor; biz doğum değil, ölüm toplumuyuz!.. Öldürmeyi, yok etmeyi çok daha fazla seviyoruz artık. O yüzden öleni zamanında sevmesek bile öldükten sonra şizofrenik yanımız depreşiyor ve ikiyüzlü bir üzüntüyle sarsılıp duruyoruz, tıpkı şu sıralar Bülent Ecevit’e yaptığımız gibi…

Sevgili Mustafa Kemal, 7 Mayıs 2007’de de bu ülke, eğer bir mucize olmazsa tamamıyla Tayyip Cumhuriyeti haline gelecek... Her konuda iş işten geçtikten sonra kendine gelme adeti olan bir halkın sürüneceği günler çok yakında… Bu ülke daha asıl karanlığı yaşamadı… Gelecek yılla başlayan süreç, bir mucize olmazsa kabustan beter günler getirecek elde kalan son düzgün insanlar için… Çünkü yıllardır karanlığın sahiplerini ihya ediyor bu ülke… Yobazlığa-gericiliğe kucak açıyor, onu kolluyor, onu palazlandırıyor... Benim için cumhuriyet bayramlarını kutlama adeti bitti bu yüzden… Senin ölüm yıldönümlerinde ise içim daha ne kadar üşür bilemiyorum… Daha ne kadar dayanabilirim, dökülen bu vücudumla, dinmek bilmez bu kalem yalnızlığına… Bu ülkeye lüks olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum… Bu ülkenin seni hak etmediğine olan inancım doruklarda geziyor artık… Ama şunu biliyorum ki, koca bir halk, tıpkı koyunları gibi uçurumun dibine doğru gitse de, benim gibi biçareler son nefeslerine dek kalem mücadelesini sürdürecekler, hiç kimsenin adamı ve maşası olmadan…
Sevgili Mustafa Kemal… 2006 yılındayız ve ben senin 1938’de henüz 57 yaşında ölürken yaşadığın o anlatılamaz yalnızlığı şimdi çok daha iyi anlıyorum… Bil ki, senin o parlak ışığın ölene dek üzerimdedir, gerisi yıldönümünden bir hikaye…


09 Kasım 2006

Hurafeye batırılmış, örümceklenmiş kafaların en iyi panzehiri mizahtır. Böyle anlarda kafayı daha da yememek için mizahın gücüne sığınmakta yarar var. Hurafeler ülkesinde bundan sonra gelebilecek ‘alaturka şeriat’ yasaklamaları neler olur diye, çömelmeden biraz ayakta düşündük ve bakın karşımıza hangi abuk maddeler çıktı:
1- Ey müminler! Bütün sapıklıkların başı ‘Patlamış mısır’dır. Bu yüzden patlamış mısır dinimizce mekruhtur. Patlamış mısır, Batı’da patlamış, dejenere olmuş ve ehl-i namusunu yitirmiş, dış güçler tarafından paketlenerek bizim sütlü ve namuslu Alibeyköy mısırımızın arasına karışmıştır! 2- Gerçek bir müslüman evine asla armut almaz. Çünkü armudun sapı var! 3- Fritöz kullanan bir müslüman ahlaki çöküntü içersindedir. 4- Güllaç dururken, profiterol yiyenler bunun hesabını ahiret günü vereceklerdir ve o gün bu kafirler için en acısı; hesap sırasında kredi kartları da geçmeyecektir! 5- Dini bütün bir ev kadını asla ve asla ‘Sulu köfte’ yapmaz. Çünkü ağır başlı olmayan, son derece sulu bir köftenin ne yapacağı belli olmaz. 6- Bir koca karısının elini ancak karısı uçuruma düştüğü vakit tutabilir. 7- Gerdek gecesi kan çıkmazsa gelin ‘kelek’ sayılır ve iade edilir, damat ‘kabak’ çıksa da dinimizce fark etmez! 8- Uzaktan kumanda kullanmak yüce rabbimize saygısızlıktır. Bütün uzaktan kumandalar derhal kırılıp çöpe atılmalıdır. 9- İmam nikahsız eşli pişti oynayanların yaptığı piştiler Allah katında geçersizdir. 10- Erkek kişi romatizmalı ise ayağını kuma, sağlıklıysa evine sürekli kuma sokar! 11- Yatak çarşafları ‘çizgili’ olmalıdır ki, hatun kişiler yatakta çizgiyi geçmesin. 12- Sürücü kursunda erkek şoförlerle çalışan hatun kişiyi TEM otoyolunda alimallah cinler çarpar! 13- Hatun kişi erkeğinin ayağını ön yıkamasız yıkamak zorundadır. 14- Haşemayla denize giren dini bütün bir hatun hemen dibe dalmalı, ve denizde olduğu sürece denizin üstünde asla gözükmemelidir. 15- Türbanlı bir kızın göbek atması ve göbeğinin açıkta kalması ancak göbeğinde okunmuş-üflenmiş bir hoca yazısı varsa mümkündür. 16- Bir öğrencinin öğretmeni tarafından tek ayak üstünde cezaya bırakılması dinimizce günahtır. Ceza anında öğrencinin yere çömelmesi uygundur. 17- Sadece ayakta değil rüzgara karşı işemek de dinimizce uygun değildir. 18- Etraftakilerin duyacağı bir şekilde ishal olmak günahların en büyüğüdür. 19- Aslında ‘işemek’ başlı başına günahtır. Neden derseniz, çünkü işeyen insan mutlaka onu işetecek bir alkollü içki içmiştir, örneğin; bira içenler çok sık işerler ki, bu da bize işeme denen şeyin alkolle olan çarpık ilişkisini gösterir. 20- Gerçek bir mümin; yaz geceleri çok sıcak, yapış yapış bir nemle dolu olsa da, asla bunlardan etkilenmeyip sonuçta yatağa yattığı anda ‘huşu’ içinde uyumalıdır. 21- İç çamaşırlı ya da mayolu bir kadının fotoğrafına kazara bakan bir vatandaşımız derhal 32 adet vesikalık fotoğraf çektirip, ikametgah senedi ve nüfus sureti çıkartarak tüm bunları bir tütsünün içine atmalı, sonra da oradan çıkartıp okunmuş bir kibritle yakmalıdır.
22- Türbanından saçının teli gözüken bir hatun kızımız, üç yıl boyunca her öğlen bir tencere ‘Tel’ şehriye çorbası yaparak bu çorbayı mahalledeki tesettürlü yoksullara dağıtmalıdır. 23- Sağlam bir mümin karlı-buzlu havalarda uçağa asla binmez!.. Çünkü uçaklar karlı-buzlu havalarda “alkolle” yıkanmaktadırlar... Karlı-buzlu bir havada alkolle yıkanmış bir uçağa binen mümin, sanki kendisi alkol almış kadar günaha sahip olur!.. 24- Cep telefonundan gün boyunca sürekli SMS çekmek ve yollanan mesajları açıp okumak dinimizce günahtır, böylelerine; ‘tespih çekmek neyine yetmiyor ey kafir!’ demek yerinde olacaktır. Hele hele utanmadan “toplu mesaj çekenler” cehennemde toplu olarak yanacaklardır!.. 25- Müminler birikmiş günahları için bilgisayarlarında bir word dosyası açabilir, akıllarında tutamadıkları kimi günahlarını bu dosyada biriktirebilirler. Bu dosyaya virüs girerse, dosya mutlaka hemen silinmelidir, çünkü bu virüs mutlaka şeytani bir virüstür!.. Mail yoluyla yollanacak günahların çok yüklü olmamasına da dikkat edilmeli, böyle durumlarda megabayt gücü yükseltilmelidir!.. 26- Bazı vatandaşlar Sırat Köprüsünde de OGS gişeleri var zannederek, bu köprüyü gişelerde beklemeden geçeceklerini zannetmektedirler. Sırat Köprüsünde de “OGS” sistemi uygulanmaktadır ama buradaki OGS’nin açılımı: “Ortalama Günah Sayısı”dır. Rahmetli vatandaş Sırat Köprüsüne geldiğinde “Ortalama Günah Sayısı”nın durumuna göre muamele görecek, günah fazlası olanlar ister istemez köprü trafiğine takılacaklardır!.. 27- Bebeğinizin göze gelmemesi için bokunda “boncuk” bulunması gerekir!.. İşte bu yüzden bebeğinizin bokuna “boncuk” atınız... Ancak bu boncukları daha sonra takı tasarımında kullanmayınız!.. Bu boncukları görenler; “Vay be, bebeğe bak, bokunda boncuk bile var” demek zorunda kalırlar. Böylece bebek göze gelmez!.. 28- Diş fırçalarında domuz kılı vardır. Ha yabancı bir erkeğin kılı, ha yabancıya ait domuzun kılı!.. Hiç fark etmez!.. Bu yüzden özellikle hatun kişiler bu kılı dişlerine sürerlerse alimallah kızlıkları o dakikada gider!.. Kıldan, tüyden uzak durmak bir hatun kişinin en önemli görevidir. Bu yüzden evdeki çalı süpürgesinden bir diş kopartıp hem fırça hem de kürdan niyetine kullanmak caizdir!.. 29- Malum faiz dediğin haram, lakin “kâr payı” dediğin helaldir!.. Bazı münafıklar ikisi de aynı şey demektedir. Oysa biri İslami kesimdir, diğeri Amerikan traşıdır. Sahi, top ense yaptırmak da mümin kişiye pek yaramaz. 30- Hatun bir kişi olur olmadık gülümsemez, gülmez, kahkaha atmaz. Çünkü o gülerse karşısındaki mümin hemen tahrik olur, o da ağırlığını ve de ‘ağır ol da molla desinler’ vaziyetini unutup maazallah gülmeye filan başlar, o dakikada ağır abi bir müminlik kazaya uğrar, neme lazıııım!.. 31- Ülke böylesine dinbazlık yarışına girmişken, hâlâ AB kapısında beklemek gaflettir, hıyanettir, delalettir. Bizler için artık zaman, cennet kapısını çalmanın zamanıdır!.. Taaak, taaaak taaaak!..