18 Mart 2006

"ÇOCUKLUĞA YOLCULUK"

Aşağıdaki yazıda, Cumhuriyet gazetesi yazarı IŞIK KANSU'nun "ÇOCUKLUĞA YOLCULUK" adlı dizisinde Cihan Demirci'nin çocukluğuna yaptığı yolculuğu okuyacaksınız...

Yazı: Işık KANSU

Aile albümlerindeki birkaç siyah-beyaz fotoğrafa bakıp “Süleymaniye doğumevi doğumluyum ama, bebekliğim orada geçmiş” demenin ötesinde silik izlerde bile bulamıyor Karasu’yu. Oysa, daha dün gibi gözünün önünde aydınlanan çehre. Annenin dingin, sevecen yüzü uzaklardan yaklaşıyor, yaklaşıyor, duyulduğu sanılan bir mırıltıya dönüşüyor... Hüzünle özlem arası karışık, içte kıpırdayan duygudur o mırıltı: Hani Ayşecikli yıllardaki Türk filmlerinde muhteşem anneler vardı ya - hani herkese iyilik yapıp da sürekli kötülük bulan anneler - işte tıpkı onlara benzerdi Sevim hanım.

Ailesi Eğinliydi, yakılan türkülerde unutulup kalmıştı geçmiş... Türkü bir yana, düpedüz Türk Sanat Müziği aşığıydı. İç sızısı gibi söylerdi hep “büyük cevizin dibi”ni... Üşenmez, şarkı sözlerini deftere çekerdi...Hem biliyor musunuz, bir yaprağın düşüşüne bile ağlayabilirdi annesi...Haseki Hastanesi’ne bakardı Softa Sinan Sokağı’nın yokuş aşağı inen kaldırımları. Hasan dedesinin karşı komşusuydular. Dede, postacılıktan emekli olmuş, hayatı demliyordu azıcık. “Güzel Marmara”lı sofrasını hemen her akşamüstü kurardı. Mezesi değişmezdi: Domatesi bol salata, kaşar peyniri ve sigaralardan Birinci...Akşamüstü saat beş olup da, dede “Gel bakayım kerata” dedi mi, anla ki, şarap aldıracak. Tadında içerdi, çakırkeyif oldu muydu, hoş sohbet ederdi. Söver miydi? Söverdi... Sövdüğü de ne? En çok “Bok yiyenin oğlu” derdi...

Dede göz ucuyla Cihan’ın şişe dibinden yudumladığını görüp de, görmezlikten gelirken; anneanne, içerideki odasına kapanırdı bir süre. Kapıyı kilitler, koluna da Bursa işi havlu asardı. Rabia Hanımın inancıyla baş başa kaldığını evdekiler bilir, sezer, ama hiç görmezlerdi.Neden çoğunluk dedesi ve anneannesiyle birlikteydi? Bir sığınmaydı galiba bu ya da babadan kaçış...Baba Kenan bey, İstanbul’un ilk gecekondu semtlerinden Zeytinburnu İhsan Mermerci Lisesi’nin biraz ters, notu kıt, kendi dersinde kopya çeken oğlu Cengiz’i okuldan attıracak kadar sert ve disiplinli edebiyat öğretmenlerindendi...Çocukluğunda ve ilk gençliğinde çok fazla bir şey paylaşamamıştı onunla. Çok despot bir annenin çocuğu olan babası katı bir insan mıydı? İç dünyasına girdikçe anlıyordunuz asıl tepkimeyi: Öğretmen maaşı yetmiyordu. Bu yüzden hep meşguldü. Okuldan gelir, başka işlerle uğraşırdı. Bir bakardınız kendi eliyle abajur yapmış pazarlarda satıyor, bir bakardınız araba alım satımına girmiş. Omzundaki ağırlığa küskünlükleri ve kırgınlıkları ekleyin bir de: Kenan bey, Çapa’daki öğretmen okulu mezunu. Gazi Eğitim Enstitüsü sınav açmış o sıralar. Seminer grubu adıyla resim ve müzik bölümleri için öğrenci alacaklar. Resim yeteneği var, ilerletmek istiyor da... Sınavı kazanmış, enstitüye girmiş, okumuş. Bitirip eğitimini İstanbul akademide sürdürmeyi düşlerken, pat kapatıyor DP iktidarı seminerler grubunu... Sanat eğitimine zorunlu ve buruk veda ediş... Kenan bey, yazıp çizen oğlu Cihan’a hep “Bırak oğlum bu işleri. Bu işlerin geleceği yok” demesinin ardındaki saklı kalmış güvensizliği ancak 65 yaşından sonra kırabildi. Övgülerini doğrudan oğlunun yüzüne söyleyebiliyor artık...

Cihan’ın kahkahasını paylaştığı arkadaşları var mıydı? Olmaz olur mu hiç? Herkes bilir ki, esrarengiz ortamlarda kurgulanan oyunlar, çocukların ortak dilidir. Hem, dede evinin elmalı, erikli, kızılcıklı bahçesi ne güne duruyordu ki? Bahçenin bir kenarında Erzincanlı kasap Hüseyin kiracıydı. Kasabın oğlu Sabri yakın arkadaş, kasap dükkanının üstü de arkadaşların gizli mekanıydı... Kızılcık ağaçlarının dalları arasına gizlenmişti orası. Şimdiki çocukları için hiçbir anlamı olmayan eşyalar; güvercin kıyıcısı sapanlar, tekmelenmekten lime lime olmuş futbol toplar, dişlenmiş erikler, elleri toza bulanmış çocukların ceplerinde tutmadıkları köstek misketler, eprimiş topaç ipleri orada saklanırdı. Cihan, Sabri, bir de emekli başçavuşun oğlu Levent için mahalle maçları ve kavgalarından sonra tek sığınaktı burası. Acıktılar mı sucuk ekmek yerlerdi, yoruldular mı sırt üstü yere yatar ayak ayak üstüne atar kitap okurlardı...

Ne yalan söyleyelim, iyi bir öğrenciydi... Aksaray Mahmudiye İlkokulu, serbest bir okuldu. Önlük bile giymezlerdi. Rasgele giysilerle; yaka, bağır açık giderlerdi okula. Müdür Kamil Özkurt’un oğlu vardı, şişko Mehmet, çok yetenekli bir çocuktu, iyi akordeon çalardı. Biraz da onun yüzden, dönemin önemli orkestra şeflerinden Serdar Öztürk okula çağrılmıştı. Mandolin dersleri verirdi. Nedendir bilinmez, o yıllarda mandolin moda olmuştu. Cihan’ın mandoline yazdırıldığı günler, hafiften kitap okumaya, karikatür çiziktirmeye başladığı döneme denk gelir...Mandolin derslerinde, nedense hep döner döner “Yalancı yalancı, sana kimse inanmaz” şarkısını çalıp söylerlerdi. Gına getirici bir iş... Serdar Öztürk’ün katılığı da dayanılır gibi değil. Sanki karşısındaki son derece profesyonel bir koro... Elleri, kolları havada, gözleri yumuk, kaptırmış yönetiyor koroyu.... Şarkı yalancı, Cihan dalgacı... Yanlış çalıyor, notaları karıştırıyor, koro susunca çalıyor, çalınca susuyor. Bir tür mandolin gargarası yani...

Serdar Öztürk anlamaz mı? Anlar.. Anında anlamış. Cihan yine dalga dubara yaparken gözlerinin önünde burnundan soluyan, kıvır kıvır saçları dikelmiş bir adamla karşı karşıya gelmiş. Serdar Öztürk, “Ver şu mandolini” demiş. Almış, sapından tutmuş, Cihan’ın kafasına indirmiş. Çatırdayan mandolinden çıkan ses hiç çıkmaz kulağından:“Çitongggg....”Sadece o olsa iyi! Serdar Öztürk, önündeki mandolin metot defterini tutmuş yere fırlatmış, “Sen artık gelme” diye bağırırken.Babası araya girdi de, müsamereye çıkabildi, mandolini çalarmış gibi yaptı.

O günün anısına çekilen fotoğraflarla bu an tarihe geçti: Herkes duruyor, Cihan çalıyor! Kafaya yenen mandolinin çok faydası oldu doğrusu. Birkaç yıl sonra, Eyüp Sultan’daki bir dükkandan aldığı darbuka ile vurmalı çalgılara yöneldi. Darbuka, tumba, bongo derken, işi ünlü türkücü ve saz ustası Özay Gönlüm’e eşlik etmeye kadar götürdü: Hani babasının seminer grubu vardı ya, işte o grup her yıl bir yerde buluşur, eski günleri yad ederdi. Özay Gönlüm de, grupta yer alan ve resim, müzik eğitimi kitapları yazmış Hüseyin Kılıçkan’ın arkadaşıydı.

Bolu Aladağ’daki buluşmaya o da gelmişti. Hoş sohbet derken, Özay Gönlüm yarenini çıkardı türkü söyleyecek... Babası Cihan’a kaş göz etti, “Oğlum git darbukayı al gel” dedi, “Özay bey yabancı değil, arkasında ufak ufak çalarsın.” Aldı darbukayı, soktu kolunun altına, geçti arkaya. Özay beyden uzak duruyor... Derken açılmaya başladı, azcık daha, azcık daha, bir baktı ki Özay Gönlüm’ün hemen yanında tıkırdatıyor, dümbürdetiyor, kaptırmış gidiyor. Saatlerce çaldılardı o gece beraber. Özal Gönlüm, “Yeğenim bayağı iyi çalıyormuşsun sen” deyince de, darbukası anında yere düşmüştü. Koltuk altları kabarmıştı hani!

Öyle böyle değil, gerçekten çok farklı bir okuldu, Aksaray Mahmudiye İlkokulu. Tiyatro salonu vardı, basket potaları vardı. Dolu dolu bir kütüphanesi vardı, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ı keşfettiren.Okula giden yol, Arnavut kaldırımlı, diş yokuşlu, sıram sıram ahşap evlerin arasından geçerdi. Cumbalardan sarkan koca memeli, bir pencereden öte pencereye bağıra çağıra konuşan dedikodu kadınlar, Gürpınar’ın kitaplarından çıkıp gelirlerdi. Çamaşırlarını altlarından geçenler sırılsıklam olsunlar diye mi asarlardı sokak boyu gergin iplere?Cihan, Hüseyin Rahmi’nin kitaplarını okul kütüphanesinde bulamazsa, evde bulurdu. Babası, Zeytinburnu’ndaki okula Cağaloğlu yokuşundaki yayınevlerinden kitap toplardı. Birini okula götürüuyorsa, diğerini eve alırdı. Tıklım tıklımdı odalar, hatta yatakların altı bile...Hüseyin Rahmi bir kurtarıcıydı, peş peşe okuduğu Kemalettin Tuğcu’nun hüzünlü öykülerinden kaçıştı. Kemalettin Tuğcu’dan o kadar etkilenmişti ki, “Cihan Yayınları” adıyla defterde yayımlanmış, aile bireylerince okunmuş kitabı bile vardı: “Yetimler Yurdu.”

Bir can simidi gibi Hüseyin Rahmi’ye, ardından da örnek aldığı bir kişiye yönelme, yaşam kavşağının ilk dönüşüydü hiç kuşkusuz...1972 yılı galiba. 9 yaşında daha. Bakkalda, gazetelerin arasına sıkışmış “Salata” dergisi gözüne çarptı. Salata’da gülünç bir adam var, hem çiziyor, hem yazıyor. Sayfa altlarındaki boşluklarda seçme saçmalar: “Karımı kaybettim, hükümsüzdür” gibisinden...Bir gülmece, güldürmece dehası anlayacağınız, Suavi Sualp...

Hemen ardından da Gırgır dergisi ile tanışıklık gelir. Çok ilkel çizgilerle, çöp adamlarla çizgi romanlar denediği günlerdir. 16 sayfalık elle yazılmış, çizilmiş dergilerdir bunlar. Adları da, adam olacak çocuğu muştulayacak cinstendir:“Curcuna... Çitlembik... Çıngar...”

Baba bakıyor, anne gülüyor, dede izliyor, anneanne okuyor, okul arkadaşları kıkırdıyor ya; Cihan’a da ertesi hafta öbür dergiye tiraj raporu düşmek kalıyor: Dergimiz 10 kişi tarafından okunmuştur!Lise yıllarında da sürer dergicilik: Yine elle hazırlanıyordu, ama ciddi bir kadro çıkarıyor Destur’u.... Aryamehr Lisesi’ndeki – ki adı sonradan 50. Yıl Tahran Lisesi olmuştu – dergide İlkin Deniz vardı, laf arasında çok iyi karikatürcüydü. Şimdi Amerika’da, çok iyi bir müzisyen oldu... Sonra Kemal Can vardı yine Destur’da... Basbayağı mizah yapıyorlardı açıkçası...İlk profesyonellik emeklemesine gelince...

Yıl 1978’e döndü dönecek, 31 Aralık 1977 günü akşama doğru koltuğunun altında 30-40 tane çok kötü karikatür, Cağaloğlu Molla Fenari Sokak’taki Çarşaf dergisinin kapısından içeri süzüldü. Süzülme laf olsun diye söylenen bir şey değil; ürkekliği, çekingenliği, hayalet gibiliği ile baştan aşağı bir süzülmeydi gerçekten. İçerde de Mahmut Karatoprak karikatürlerini süzmüştü, şöyle baştan aşağı... O gün “Ne biçim şey bunlar” dese yeridir. Demiyor Mahmut Karatoprak. Sırtını sıvazlıyor, cesaret veriyor. Böyle davranmasa, daha yolun başındayken rota kırılacak, adı gibi emin!O yüreklenme sayesindedir ki, 1978 Mart ayı başında Oğuz Aral’ın karşısına çıkma baba yiğitliğine vardırır işi... Artık düzenli gidiyor Gırgır’a, ayda bir. Karikatürlerini bırakıyor. Telif de alıyor hem, ama karikatürleri yayımlanmıyor. Olsun, bekler. Daha 15 yaşında, yaşı kadar bile bekler... Yok artık, o kadar da değil. Gırgır’a ilk çizgisini verdikten 17 ay sonra 1979’un yaz aylarında yayımlanır bir karikatürü.

Oğuz Aral’ı, inadıyla, sabrıyla pes ettirmiştir.Aslına bakarsanız, 1979’un ilk üç ayında farklı bir deneme getirmiştir belki de bu başarıyı ona. Lisedeki dergiyi birlikte çıkardıkları İlkin ile Kemal, Karakedi’dedirler. Karakedi, sağ görüşe doğru ayak sürten bir dergi, ama onların derdi karikatürlerinin yayımlanması. Karakedi, o anlamda bulunmaz Hint kumaşı...Dahası, “Baba” orada. Suavi Sualp’e “Baba” diyorlar. Çok eski bir tiplemesi olan “Çapkın Hırsız”ı çiziyor orada. Utangaç yanına gidiyorlar, bir-iki soru sorma bile yüzlerini kızartıyor. Bir garip kuşak anlayacağınız.O günlerden Suavi Sualp’ten ne anımsıyor? Şiir kitabı yayınlamak istediğini söylemişti de, Baba, “Oğlum” demişti, “Bu yaşta kitap mitap ne iş?”Yine yerin dibine girmişti...Suavi Sualp de, Karakedi dergisinden hiç hoşlanmamıştı galiba. Gergindi, ayrıldı az sonra. Cihan ile arkadaşları da, Bülent Ecevit ile ilgili çok ağır bir karikatür çizmeleri istendiği gün hep birlikte ceketlerini alıp çıktılar dergiden...

Suavi Sualp ile son buluşması Ses dergisinde oldu. Aslında Suavi Sualp’in kendisiyle değil de, çalıştığı masa ile buluşmaydı bu...Hayat ve Ses dergilerini Rado ailesi, Kemal Uzan’a satmışlar. Müthiş bir reklam kampanyası ile Hayat, Ses dergilerinin yanı sıra bir mizah eki de çıkıyor: Atmaca...Cihan’ın yazıları ufak ufak çıkmaya başlamış Atmaca’da... Derginin genel yayın yönetmeni Muhittin Sirer, bir gün “Git, şu masada çalış” dedi Cihan’a...Şu masa dediği, o masa... İki ay önce, ellili yaşlarında yarattıklarını sahaf raflarına dizip dizip giden Sualp’in masası... Kader gibi bir şey anlayacağınız...Yüreği gümbür gümbür... Üstü polyester kaplı ufak metal masanın üstten kilitlenen çekmecilerinden birini açtı. Suavi Sualp, hiç kalem kullanmayan yazarlardan. Taslak maslak yok. Daktilo ile yazıyor şık şık, Pakizeli makizeli matrak yazılarını. Çekmeceden öyle yazılmış bir kaç küçük yazı çıkıyor, bir-iki de fotoğraf. Ustadan kalan son avuntular, işte bu kadar az ve bu kadar unutulmuşluk içinde...Geçmiş, geleceğin avuntusu sayılmaz mı zaten? Hem de Cihan Demirci’nin deyimiyle hep tersine işleyen bir ülkede.

O yüzden ele avuca sığmaz bir çocuk gibi Türkiye’ye amuda kalkıp bakmayı yeğliyor, doğrusunu görmek için.

(Bu metin görsel malzemelerin eşliğinde; 20 Mayıs 2005 Cuma günü 9. Ankara Öykü Günleri'nde Işık Kansu Tarafından seslendirilerek canlandırıldı...)

Hiç yorum yok: