08 Eylül 2007

YALNIZLAR RIHTIMINDA PALTOSUNU ÇIKARMAYAN BİR ADAMIN HÜZÜNLÜ HİKAYESİ: ZEKİ BEYNER

"Damdaki Mizahçı" Cihan Demirci, ölümünün 5. yılında benzeri pek görülmemiş, çok özel bir karikatürcüyü ZEKİ BEYNER'i yazdı...


Zeki Beyner'i bundan 5 yıl önce, 66 yaşındayken, 8 Eylül 2002 Pazar sabahı yitirdik... Türk Karikatür Tarihinde böylesine "Zorlu" bir hayat pek yaşanmamıştır... Bir dönem mizah dergilerinde ve eklerinde röportajlar yapmıştım, özelikle de mizahçılarla yapılmış röportajlar en fazla keyif aldıklarım arasındaydı. Bu röportajlar arasında en çok zorlandığım isim Zeki Beyner olmuştu. Öylesine zorlu bir hayatı olmuştu ki Zeki ağabeyin, pek de anlatmayı sevmezdi doğrusu. Lakin bir de anlatmaya başladı mı, o sessiz görüntünün altından dopdolu bir insan portresi çıkardı. Her konuda söyleyecek bir sözü vardı Zeki Beyner'in. Bir kere boş konuşmayı sevmezdi. Onca imkansızlık içinde kendi kendini geliştirmiş bir insanın gücünü görürdünüz onda. O gizli bir filozof gibiydi aslında. Sanki bu dünyaya gizlice yollanmış, yaptığı işi çevresine pek de belli etmemeye çalışan bir hayat filozofu...

Zeki Beyner'le ilk kez 1978'de Çarşaf mizah dergisine karikatür götürmeye başladığım yıllarda tanışmıştım. Sonra 1981'de onunla Ses-Atmaca mizah ekinde, 1992-93'te Yorgan Mizah Dergisinde birlikte çalıştım. Onunla 25 yılı bulan dostluğum sırasında 3 kez röportaj yaptım. İlki 1989 yılında MAZETE adlı mizah eki için gerçekleşti. Sonra 1992'de ve son olarak da 1999-2000 yıllarında henüz yayınlanmamış bir kitap çalışmam için onunla uzun uzun konuştum... Onu yitirdiğimiz 2002 yılının sonrasında o kadar çok sevdiğimi, dostumu, arkadaşımı üst üste yitirdim ki, şimdi onun yalnızlığını üstünde bulunduğum damlarda çok daha iyi anlıyorum... Akraba açısından ben de aşağı-yukarı onun durumuna yakın bir yerlerde olduğum için, Zeki ağabey apayrı bir yer tutuyor benim yaşamımda... Şimdi sözü uzatmadan, onunla yaptığım röportajlardan oluşan bir kolajı İLK KEZ bu blogta sizlere sunuyorum...


Zeki Beyner'le 1989 yılının Nisan ayında Mazete mizah ekinde yayınlanmış röportajım sırasında birlikte görülüyoruz...

- Zeki abi, sen de yıllarca beraber çalıştığın Cafer abi (Zorlu) gibi karikatür öncesinde çeşitli işlere girip çıkmışsın... Keşkül-ü Fukara adlı albümüne baktığımız zaman karikatürlerin altlarında, kenarlarında yaşamından çok zor geçmiş kesitler görüyoruz. Çocukluğum hep ağlamaklı geçti diyorsun, ilk kez ne zaman güldün hatırlıyor musun?..

- Daha çok küçük bir yaştayken hayatta tek başıma kalmışım... Şimdi ilk kez ne zaman güldüğümü nerden hatırlayayım. Bana ilk kez ne zaman ağladın deseydin daha kolay cevap verirdim sana. Ben kendimi bildiğimde demiryollarını kullanıyordum, yanlış anlaşılmasın yolculuk anlamında değil. Yatıp-kalkma anlamında. Tren istasyonları benim evimdi. İstasyonlarda epeyce yatıp-kalktım.


- İstasyon değiştirdiğin oluyor muydu?..


- Olmaz mı, çok istasyon dolaştım. Mezarlıklarda yattığım zamanlar da oldu. Boş mezarlara girip yattığım geceler de olmuştur. Fakat mezarlıklarda yatmak çok çileli bir işti. Kışın bir başka soğuk olurdu mezarlıklar. Bende adeta yakalanmak isterdim. Polis beni mezarlıkta yatarken yakalayıp karakola götürdüğünde çok sevinirdim çünkü Karakollar sıcak olurdu en azından... Fakat en geç sabah bırakırlardı beni gene sokağa... Karakolda yatmak mezarlıkta yatmaktan daha iyiydi anlayacağın.
Haydarpaşa’da testiyle su sattım, raylardan kömür toplayıp onları sattığım ya da onlarla ısındığım da oldu... İnsanın karnını doyurmakta zorlanacağı sayısız işi denedim sokaklarda... Bak bu arada eskiden bizim Üsküdar’a sık sık tel cambazları gelirdi. Bedava tarafından yüzümün güldüğü ilk yer orasıdır sanırım. Zaten beni çizerliğe iten de orda izlediğim tel cambazı, tel soytarısı olmuştur. Bir palyaço yani... Onun görüntüsü beni çok etkilemiştir...


- Bir gün kendini bir çöplükte bulmuşsun, ya sonra?..


- Evet bir gün kendimi bir çöplükte buldum. Baktım çöplükte bir sürü gariban çöpleri karıştırıyorlar... Bilmem ki ne arar, ne bulurlardı o çöplükte... Sonra ben de elime bir çomak alıp çöktüm yanlarına... Başladım onlar gibi çöp yığınlarını karıştırmaya... O anda gözüme ışıl ışıl bir şey ilişti... A-aaaaa!.. Olur şey değil!.. Bir elli kuruştu bu!.. Ama karnımın açlığını acayip şekilde duymama rağmen elim bir türlü harcamaya varmadı bu parayı... Ertesi gün aynı çöplükte bir elli kuruş daha bulmaya çalışırken o elli kuruşu da kaybettim...

- Karikatürle de ilk kez o çöplükte mi tanıştın yoksa?..


- Öyle sayılır... O çöplükte önce bulup sonra kaybettiğim elli kuruşla kalmamıştım. O çöplükte bir sürü yırtık eski gazete, dergi de bulmuştum... Bu yırtık gazetelerde adına “karikatür” dendiğini sonradan öğrendiğim acayip çizgiler çok ilgimi çekmişti... Anlayamadığım bir içtenlikle merak saldım bu karikatür denen çizgilere... Artık özellikle çöplüklerde içinde karikatür olan gazete ve dergi arıyordum... Gazete satıcıları “Yazıyoooor” diye bağırdıkça içimden bu adam neden “Çizmiyooor” diye bağırmıyor diyordum, o şekilde sorasım geliyordu... Sonra bir gün bunları ben de yapabilirim dedim.... Ama ne kağıdım vardı, ne kalemim, ne de silgim... Ama bir kere kafaya koymuştum... Karikatür yapacaktım... Ve ilk ürünlerimi gene çöplükten bulduğum eski kağıt parçalarına çizerek, gene elime çöplükte sıkça geçen Cumhuriyet gazetesine gittim... Orda Elif Naci vardı, ressam... Benimle ilgilendi Elif Naci... Unutamadığım şu, Elif Naci O kadar kibar ve ince davrandı ki bana ne yapacağımı şaşırıp tutuldum ve bu yüzden onu bir daha görme cesareti bulamadım kendimde... Çünkü böyle kibar bir davranışa hiç alışkın değildim... Cumhuriyette bana; “Çizgilerin zayıfama esprilerin iyi” dendi... Altan Erbulak’a da karikatür götürdüm bu arada, o zamanlar Tef dergisinde çalışıyordu... Karikatürlerim yazısız değildi ve o dönem yazısız karikatür modası başlamıştı, çizdiklerim Altan Erbulak tarafından da pek beğenilmedi. Ama tüm bunların arasında benim için en önemlisi Akbaba dergisine gidişimdir... Akbaba’ya gitmemi Cumhuriyet gazetesinde söylemişlerdi... O zamanlar gene gece yatacak yerim yok, daha doğrusu nerde yattığım belli değil, ben de derginin adresini öğrenip geceden gittim... Sabaha kadar Akbabanın karşısında sabahladım... Sabah erkenden de Akbaba’nın kapısını çaldım... Aslında bu kadar erken saatte kimse olmaz diye düşünüyordum ama kapı açıldı... Kapıyı açan oldukça kısa boylu birisiydi... Karikatürlerimi hemen ona gösterdim... Baktı ve beğendi karikatürlerimi... O da orda yatıyormuş meğerse... Sabah sabah moralimi düzelten bu ufak-tefek insan Aziz Nesin’di, o zamanlar aranıyormuş ve takma isimle Akbaba’ya yazı yazıyormuş meğerse... Bana esprilerimin oldukça iyi olduğunu,Yusuf Ziya’ya karikatürlerimi göstereceğini söyledi... Sonra tekrar gittiğimde Aziz Nesin Yusuf Ziya ile konuştuğunu söyledi... Yusuf Ziya, çizgimin biraz daha pişmesi gerektiğini ama esprilerin gayet iyi olduğunu söylemiş ona... Böylece ilk karikatürüm Akbaba dergisinde çıkmış oldu.




26 Mayıs 2000 tarihinde Cafer Zorlu'nun evinde Kuru Fasülye partisindeyiz... Cafer abiye yanımızda bir de ödül getirmişiz. Zeki Beyner en sağda ödülünü en yakın arkadaşına vermek üzere. En solda Mahmut Karatoprak, yanında Cafer Zorlu ve arkada Cihan Demirci...



- İlk karikatürün 1955’te Akbaba’da yayınlanmış... Akbaba’nın patronu Yusuf Ziya ile çok uzun yıllar çalıştın... Hatta Cafer abiyle ikiniz 1977 Aralık ayı sonunda Akbaba kapanana dek sadece iki kişi olarak bu dergiyi sonuna dek sürüklediniz... Biraz Akbaba döneminden bahseder misin?..



- Sıcak bir yaz günüydü... Ya Temmuz ya da Ağustos ayı... Akbaba’ya gitmiştim.. Sırtımda gene kışlık bir palto vardı... Eski mi eski, yırtık, uzun bir palto...Karşımdaki adam bana: “Zeki sen misiiiiin?...” diye sordu... Utana-sıkıla “Evet” dedim... Bana bu suali soran Yusuf Ziya Ortaç’tı... O “Kardeşim” yerine “Karşim” derdi... Bana; “Karşim” dedi; “Bu sıcakta bu paltoyu nasıl giyebiliyorsun, çıkarsana şunu!..” Ben de ona; “Çıkarayım da ayıbım mı çıksın efendim” demiştim... Bu cevabı alınca; “Yaaa öyle miii?..” deyip kalakalmıştı Yusuf Ziya... O zamanlar Aziz Nesin’e benim için: “Bu çocuğun konuları güzel ama çizgileri zayıf, biraz pişsin Aziz’ciğim” demiş... Oysa pişmek de ne demek?.. Ben o yaz sıcağında sırtımdaki kalın paltonun içinde karnım zil çala çala yanıyordum bile... Yusuf Ziya eli sıkı bir adamdı... O öldü, dergiyi oğlu yönetmeye başladı... Biz Cafer’le birlikte dediğin gibi dergi kapanana dek çalıştık orada...







- Zeki abi, 1981 yılında Ses dergisine Atmaca adlı mizah ekini hazırlarken sen de bizimleydin... Atmaca’ya her hafta yarım sayfa köşe yapıyordun... Dikkatimi çeken genellikle köşeni en son sen getirirdin... Dergi neredeyse tamamen hazır olurdu, biz seni beklerdik. Sen elin-kolun boş bir şekilde dergiden içeri girerdin... Ben telaşla; “Zeki abi, seni bekliyoruz köşen nerede?” dediğim de gayet sakin bir şekilde pantolonunun arka cebinden sayısız kez katlanmış, hani o pek çok kez katlanmış eski bez mendillere benzer bir şey çıkarırdın... Sonra bu sayısız kez katlanmış şeyi açtığımızda onun senin köşen olduğunu görürdük... Sadece katlama olsa neyse, bir de saman kağıda çizerdin, kağıtlar birbirine yapıştırılmış bir halde seksen parçadan oluşurdu nerdeyse... Tarama ucuyla saman kağıda çizmenin zorluğuyla yırtılmış kağıdı sayısız yamayla kaplardın, tıpkı yamalı bir pantolon gibiydi yarım sayfadan oluşan köşen.. Senin bu durumunun Akbaba’dan kalma bir anısı var bildiğim kadar, anlatır mısın?..


- Dediğim gibi ben çöplüklerden bulduğum yırtık, eski kağıtlara çizdim ilk karikatürlerimi... Belki de bu yüzden kağıt benim için çok kıymetlidir... Saman kağıdı dediğin kağıt bizim için şöhler gibi bir şeydi Akbaba yıllarında, benim için sonradan da farketmedi... Hangi kağıt olsa çizdim... Takvimlerin arkasında da çizdim, Akbaba sayfa plan kağıtlarının arkasında da, bakkal defteri kağıdına, saman kağıdına, hatta yağlı kasap kağıdını bile denedim çizmeyi... Akbaba’da gene böyle sayısız kez katlayıp arka cebime koyduğum karikatürleri dergiye getirdiğimde Yusuf Ziya bunları bir ütücüye yollardı ve özellikle Cafer’le benim karikatürler çok buruşuk olduğu için Yusuf Ziya’nın ütücüsü tarafından ütülenmeden dergiye basılmazdı!.. Anlayacağın Yusuf Ziya bizi ütülüyordu...

- Senin yokluk yıllarında bir de soba yakma hikayen var ki, başlı başına bir kara mizah öyküsü gibi...

- Güç bela kafamı sokacak bir ev bulmuştum bir ara, eve benzer bir şey demek daha doğru... İşte o evde hayatımda ilk kez soba yakmaya kalkıştım... Fakat borusu tıkanık olduğu için duman içersinde kaldım, bu dumanlar evin dışına çıkıp da, her yeri duman sarınca mahalleli evim yanıyor sanmış, kovalarla kapıma dayandılar suları üzerime boca ettiler... Oysa evde yangın mangın yoktu, ben ilk defa kömür bulup soba yakma yakmaya çalışıyordum sadece... Ama mahalleli benim sobamdan bile haberdar olmadığı ve benim soba yakabileceğimi düşünemediği için akıllarına sadece yangın ihtimali gelmiş... Eeee garibanın soba yakması da böyle oluyor işte...


- Cafer Zorlu senin en “Zorlu” arkadaşın olmuş hayat boyu... Cafer abi hakkında neler söyleyeceksin?..

- Cafer’i severim ama bazen anlaşamadığımız zamanlar olmuştur... Onunla kapışmak da hoşuma gider bazen. Hem kapışırız ama hem de anlaşırız biz. Birlikte çok zor günlerimiz oldu... Beni en iyi o anlar... Cafer Zorlu esprisi, çizgisi kendine özgü olan bir sanatçıdır... Onunla çok anımız var.... Zaten Akbaba'dan Necmi Rıza'nın dışında bir kala kala bir o, bir ben kaldık...

26 Mayıs 2000 tarihinden bir anı daha, bu kez dörtlüye en solda Kamil Masaracı arkadaşım da eklenmiş...

- Karikatürümüzü bugünkü haliyle nasıl görüyorsun?..

- Karikatür bence buluş sanatıdır... Kişilik sanatıdır... Bir çizerin imzasını görmeden onun çizgisini tanıyabiliyorsanız o çizerin kişiliği yerine oturmuş demektir... Karikatürün dili çizgidir... Çizgi önce gelir,eğer çizgi öne çıkarsa karikatür evrensel bir boyuta ulaşır... Ama bu esprinin de geri plana düşmesi demek değildir... Espri de çok önemlidir tabii... Gırgır dergisiyle başlayan bir dönemde Oğuz Aral’ın çizgisi hep taklit edilerek, ortaya bir sürü Oğuz Aral çıktı...Kim neyi çiziyor anlayamaz olduk... Karikatür bu değildir... Şimdi Suavi de sulu mizah denen bir tarza yatkındı ama onun çok iyisini yapardı... Şimdilerde sulu mizahın da iyice suyunu çıkardılar... Yozlaştırdılar... Her çizgiye karikatür denmeye başladı... Benim çizgide bir kimliğim oldu, baktın mı bu Zeki’nin karikatürü diyebilirsin.. Ama çektiğim zorluklar daha fazlasını yapmama izin vermedi... Şimdilerde basın da bitti... Karikatüre değer veren gazete patronu da yok artık ortalıkta... Bu iş sadece para için yapılmaz ki, en azından ben sadece para için yapmadım karikatürü...


26 Mayıs 2000'den toplu bir poz...Arka sıra soldan sağa: Kamil Yavuz, Mahmut Karatoprak, Cihan Demirci, Raşit Yakalı, Cafer Zorlu, Zeki Beyner... Ön sırada ise Ergin Gülen, Cafer ağabeyin torunu ve Kamil Masaracı...



Cafer Zorlu'nun evinde Zeki Beyner'li o güzelim kuru fasülye partisinden toplu bir poz daha...(26-5-2000)


Zeki Beyner’le bu röportajın dışına taşan daha çok anımız var... Pek çoğu henüz bir yerlerde yayınlanmamış müthiş anılar... Örneğin 1992-1993 yıllarında Millliyet Yayınları’nda beraber çalışırken Prof. Dr. Tarık Minkari’nin evindeki unutulmaz akşam yemeği anımız var... Necmi Rıza, Cafer Zorlu ve Zeki Beyner... Tarık hoca, bu Akbaba’nın üç atlısıyla mutlaka tanışmak istediğini bize söyleyip, onları ikna edin hep beraber bizde bir yemek yiyelim demişti...


En zor ikna ettiğimiz kişi Zeki abi olmuştu... “Bu adam koskoca profesör olmuş, bizi görüp de, tanışıp da ne yapacak?” demişti o zaman... Hayatının bitmek bilmez zorlukları onu epeyce kuşkucu yapmıştı ne de olsa... Hayata hep kuşkuyla bakan Zeki Beyner’i güçte olsa ikna edip Kamil Yavuz, Sunder Erdoğan ve ben toplam 6 kişi Minkari hocanın evine gitmiştik... Daha sonra bize Ferit Avcı arkadaşımız da katılmıştı bu tarihi yemekte... Yemeğin tarihi: 12 Mayıs 1993... Tabii Zeki abi üstündeki paltoyu yemek yerken bile çıkarmamıştı gene... Zeki ağabey kapalı bir mekanda bile paltosunu hiç çıkarmazdı... Gençlik yıllarından kalma bir alışkanlıktı bu... Sokaklarda yatıp kalktığı o yıllarda paltosunun içinde herhangi bir şey olmadığı için, böylesine bir alışkanlık edinmişti. O paltoyu çıkardığı zaman kendini çıplak kalmış zannediyordu, içimizi buran bir hüzünle... Hepimiz Minkari hocanın portre karikatürünü çizmiş ona hediye etmiştik ama Zeki abi de tık yoktu. O palto cebinden her sayfası karikatürlerle dolu bir ajanda çıkardı ve Minkari hocaya verdi... Minkari hoca Zeki Beyner’in de hediyesi bu ajanda zannedip çok teşekkür etti... Zeki abi kızdı: “Bunu size sadece bakmanız için verdim” dedi... Çünkü Zeki Beyner o ajandayı kahvelerde insanlara gösterip “karikatüre bakma” parası alıyordu... O ajanda onun ekmek parası gibiydi anlayacağınız... Durumu Tarık Minkari’ye anlattığımızda, Tarık hoca da bir tuhaf oldu, ne diyeceğini şaşırdı tahmin edeceğiniz gibi...


İşte size yukarda bahsettiğim Tarık Minkari hocamızın evindeki o unutulmaz yemekten bir an... En solda paltosunu asla çıkarmayan Zeki Beyner, onun yanında sırasıyla: Cafer Zorlu, Cihan Demirci, Sunder Erdoğan, Tarık Minkari ve Necmi Rıza Ayça... (12 Mayıs 1993)


Tarık Minkari hocanın Bebek sırtlarındaki evinden bir başka an... En soldan sağa: Kamil Yavuz, Zeki Beyner, Cafer Zorlu, Necmi Rıza Ayça, Cihan Demirci ve Sunder Erdoğan...(12 Mayıs 1993)

Birlikte çalıştığımız dönemlerde Zeki abiyi ne zaman bir restorana götürsek ona asla yemek yediremedik... Zeki Beyner sadece çay ve sigarayla beslenen bir adamdı... Simit yemeyi ve şarap içmeyi severdi sadece... Tabii şarap deyince de; “Güzel Marmara” olmalıydı... Onun hayatındaki tek güzel şeyin “Güzel Marmara” olduğunu düşünmüştüm bir keresinde... Restoranlarda önüne gelen yemeklere dokunduğunu görmedim... Bir elinde külleri sarkmış ve yere dökülmek üzere olan artık izmarit haline gelmiş bir sigara, diğer elinde de çay bardağı... Hayatın envayi çeşit sillesini yemiş bu adam, her zaman öne eğik otururdu, onun dik duran yanı yaşam mücadelesiydi...


Adamın tersine gitmeyi pek severdi... Onların Cafer Zorlu’yla olan atışmaları geliyor şimdi gözümün önüne... Cafer abi ne derse, onun tam tersini savunurdu Zeki Beyner... İnatçı bir adamdı anlayacağınız... Bir gün sofrada bunlar gene tatlı-sert kapıştılar ve Cafer abi baktı ki, Zeki Beyner’in inadına yenik düşecek o zaman şöyle demişti: “Ulan Zeki şimdi sana şurda yoğurt beyazdır desem, sen illa ki yoğurt siyahtır dersin, sonunda beni canımdan bezdirip, yoğurdun siyah olduğuna da ikna edersin adamı beee!..”

Zeki Beyner büyük bir olasılıkla yaşamının başından başlayan güçlükler ve zorluklar nedeniyle bu denli inatçı ve çoğunlukla negatif bir bakışa sahip, zorlu ve inatçı bir insandı... Aslında Cafer abiye bir gün şunu demiştim: “Cafer abi, senden çok Zeki ağabeyin soyadı Zorlu olmalıymış bana sorarsan, Zeki Zorlu ile Cafer Beyner gibisiniz siz ikiniz aslında!..”
Bülent Şeren'in çizgileriyle Zeki Beyner...

Zeki Beyner... 1936'da güçlükle başlayan, kayıtlara bile zor geçen bu “Zorlu” hayat 2002 yılının 8 Eylül Pazar günü, sabah saatlerinde Kartal SSK Hastanesinde son buldu.. Hem de gene son derece hüzünlü bir şekilde... Son günlerinde de pek sıkıntılı olan Zeki Beyner, yıllarca mizah yazarı Vedat Saygel'in evinin alt katındaki bir odada yaşamıştı. Vedat Saygel de yıllar önce ölmüştü. Eşi ve çocukları onu ordan çıkarmamıştı ama evin satılacağı yolundaki haberler canını sıkıyordu. Evden kaçtı günün birinde, derken sahil yolunda sokak çocukları tarafından darp edilmiş bir halde bulunup Kartal SSK hastanesine kaldırıldı. Sokaktan gelen hüzünlü bir hayat sokak çocuklarının darpyla son bulmuştu nerdeyse... Hastanedeki bu kısa tedavisi sırasında Alzheimer başlangıcında olduğu da anlaşılmıştı... Zeki Beyner'in cenazesi de Türkiye Gazeteciler Cemiyeti ve Karikatürcüler Derneğinin desteğiyle kaldırılabildi. Kanarya Mezarlığının en ucunda, insanın içini daha da burkup, hüzünlendiren, kimsesizlerin yattığı bir mezarlığa gömüldü... Hem de adeta bir uçurumu andıran bir yere... Yani son yolculuğu bile çok zorlu oldu... 

O gün onun bu zorlu cenazesine sevgili Necati Abacı arkadaşım götürmüştü bizi... O cenazeden sadece 2 yıl sonra aramızdan erken yaşta uçup giden o sevgili Necati Abacı arkadaşımız... Necati'nin arabasında ben ve Kemal Gönen arkadaşım vardık o gün...

Cenazesinde de sadece karikatürcüler vardı tahmin edeceğiniz gibi... Onu yürekten seven bir avuç çizer... Ölümünden sonra anladık ki, nüfus cüzdanını bile “kayıptan” 1993 yılında çıkartabilmişti Zeki Beyner usta... Onun ölümü ardından sevgili Semih Poroy’u dediği gibi; onun ölümü bizler için bir “kayıptır!..”

Bizler onun gidişiyle birlikte; tüm zorluklar karşısında, yapayalnız bir yaşama tam 66 yıl dimdik direnen, yoksulluğa karşı çizerek hayata tutunan, her yanıyla sadece çizgiye sarılmış, bir koca inatçı insanı yitirdik aslında...

Yalnızlar rıhtımında, paltosunu asla çıkarmadan yaşayan bir çizgi ustasını daha kalbimizin derinliklerine gömdük... Onun kadar olmasa da, yalnızlığın ne demek olduğunu erken yaşta fazlasıyla öğrenen benim gibi dam üstü biri için, unutulmayacak kadar hüzünlü bir yaşam öyküsüdür bu... Bir o kadar da dayanma gücüdür bu boktan dünyaya...



Cihan Demirci (DAMDAKİ MİZAHÇI) 


"KAYNAK GÖSTERMEDEN KULLANMAYINIZ!.."


Zeki Beyner'in 1993'te çıkartabildiği nüfus cüzdanı...
(Cihan Demrci Arşivinden...) 

YUSUF ZİYA ORTAÇ'IN
GÖZÜYLE ZEKİ BEYNER


Zeki Beyner'in yaşamında çok önemli bir yer tutan AKBABA dergisinin sahibi Yusuf Ziya Ortaç, 1966 yılında yayınladığı "BİZİM YOKUŞ" adlı portre kitabında pek çok yazar ve çizeri anlatır. Şimdi gelin, Yusuf Ziya Ortaç "ZEKİ BEYNER"i nasıl anlatmış, okuyalım:


Gelelim Zeki Beyner’e... Onu tanıtmak için uzun söz istemez. Kelimelerle bir portre çizmeye çalışmayacağım. Karikatürlerinde, baktıkça insanın içini sızlatan bir yalnız adamı vardır onun. Saçları uzamış, pantolon kısalmış, güvercinlere bakan gülümser, düşen yapraklara bakar düşünür, genç kızlara bakar yutkunur...İşte o kâğıt üstündeki hazin adam, bizim Zeki’dir, bizim Zeki Beyner. Yalnız adam dedim. Ama ne kadar yalnız, ne kadar... Arkadaşlarından öğrendim. Ablası yok, ağabeyi yok,amcası yok, teyzesi yok. Dudakları bir kere anne dememiş, bir kere baba dememiş beni Zeki’ciğimin. 

Ama bütün tabiat ve bütün insanlık onun dostu, onun arkadaşı, onun akrabasıdır. Çiçekler, kuşlar, çocuklar, gençler, ihtiyarlar ve yoksullar. Şu açık hava otelinde, bir kanepeye uzanmış, yıldızların altında uyuyan kimsesiz, şu meyhane kapısında yalpalayan sarhoş, şu çınar kovuğunda barınmış aile, bütün Akbaba sayfalarında gördüğünüz o insanlar Zeki’nin kendisi için yarattığı dostlarıdır. Bu yapayalnız adam kadar çok dostu olan kim var bu dünyada? Zeki susar. Zeki konuşmaz. Zeki efkârlıdır hep. Eğer güldüğünü, eğer şakıdığını görürseniz, biliniz ki çakırkeyiftir Zeki. Böyle tatlı sarhoş az görülür. Yılışmadan gülen, incitmeden konuşan. 

O çizgisi olan karikatüristtir. Altında imza istemez. Her eserinde kişiliğini gösterir. Bakınca tanırsınız hangi fırçadan çıktığını. Güzel kızlar, ince kadınlar çizer. Baklava kadın, börek kadın, yassa kadayıfı kadın değil. Bir kadeh likör, bir lokma muz, bir kaşık ananas kadın. Sosyal konulara özel bir açıdan bakar. Kalbinin gözleri ile... Kalp, elbet bilirsiniz, safrakesesi gibi sağda değil, soldadır.


YUSUF ZİYA ORTAÇ-BİZİM YOKUŞ (1966)


... Ve Yalnızlar Rıhtımı sakini Zeki Beyner son yolculuğunda çizer dostlarının omuzlarında...




1 yorum:

metin Demirhan dedi ki...

Sevgili Cihan Demirci;
Beni neredeyse 25 yıl öncesine götürdün. Zeki Abimle beraber... Ağlamamak için zor tutuyorum kendimi. Ne desem bilemiyorum. Zeki Abi geliyor gözümün önüne; önündeki saman kağıda eskiz karalıyor. Uzun uzun... Ve boyuyor onları rengarenk...Ekolinlerle, guajlarla... Sigara içiyor fosur fosur. Sigara tutan eli çenesinde, dirseği masada. Dalmış çizmeye. Sigaradan tüten dumanlar, darmadağınık ve yukarıya dikilmiş saçlarının arasından süzülerek geçiyor. sanki kafası tütüyor Zeki Abimin... Gözgöze geliyoruz ve utangaç bir çocuk gibi başını önüne eğiyor çizmeye devam ediyor...

Yazı için çok teşekkür ederim tekrar. Bu boktan dünyada bana mizahın bu eşsiz güzelliğini anımsattığın için de ayrıca teşekkür etmek istiyorum...
Selamlar, saygılar
Metin Demirhan