31 Mart 2006
HAKKI DEVRİM
Sabıka kaydı soran eğitimci
Ereğli'de (Karadeniz) Cihan Demirci ile Aydoğan Yavaşlı adlı yazarlardan «sabıka kaydı» isteyen Millî Eğitim Müdürü Turan Akpınar'a ben de sormak istiyorum:
– Haydi Yılın Mizah Yazarı seçilen Cihan Demirci'yi tanımıyordunuz. Onların ilçenize, Ezgi Kitabevi'nin sahibi Şefik Kalkan'ın davetlisi olarak ve Kütüphaneler Haftası vesilesiyle konuşmalar yapmak ve kitaplarını imzalamak üzere geldiklerini öğrenmeniz çok zor bir iş miydi? Yoksa Ereğli'de, dışarıdan her gelenden zabıta kaydı istemek gibi bir uygulama var da, bizim bundan haberimiz mi yok?
(31 Mart 2006-RADİKAL-Hakkı Devrim)
Yazıları, çizgileriyle 20 yılı aşkın bir süredir mizah ve çocuk yazınında ürünler veren Cihan Demirci ile çocuk kitapları yazarı ve öğretmen Aydoğan Yavaşlı, Kütüphaneler Haftası nedeniyle aldıkları bir davet üzerine gittikleri Karadeniz Ereğli'de kendilerinden sabıka kaydı istendiğini iddia etti.
'Çok aşağılayıcı durum'
Ereğli'nin tek kitabevi olan Ezgi Kitabevi tarafından düzenlenen 5 günlük etkinlik kapsamında ilköğretim okullarında imza gününe katılacak olan yazarlardan Cihan Demirci, 15 yılda 650 okula gittiğini ve ilk kez böyle onur kırıcı tavırla karşılaştığını söyledi. Hem kendisinin hem de Aydoğan Yavaşlı'nın yıllardır çocuk kitapları yazdığını, okullarda artan şiddet de göz önünde bulundurulduğunda çocuklarla çocuk yazını ve mizah üzerine konuşmanın olumlu sonuçları olacağını hatırlatan Demirci, "Ben mizahçıyım aynı zamanda, çocuklarla konuşacaktık, insani şeylerden söz edecektik" dedi.Ezgi Kitabevi sahibi Şefik Kalkan, daha önce de benzer etkinlikler düzenlediklerini belirterek şunları söyledi: "Biz 14 aydır bir kitabevi olarak faaliyet gösteriyoruz. Burada daha önce de okuma etkinlikleri yaptık. Bu kez İlçe Milli Eğitim Müdürü Turan Akpınar, bunun ticari faaliyet olduğunu ve haksız rekabete yol açtığımızı iddia etti. Sonra da 'Tamam başlayın ama sabıka kaydınızı göreyim' dedi.
Müdürün sözleri
Karadeniz Ereğli İlçe Milli Eğitim Müdürü Turan Akpınar ise ilgili kişilerin kitap satmak niyetinde olduğunu savundu: "Bu arkadaşlarımız bazı okullara müracaatta bulunmuş. Biz de demişiz ki, kaymakamlıktan olur alabilmek için ilgili kişilerin kimlik bilgileri ve iyi hal kâğıtlarına ihtiyacımız var. Tanımıyoruz ki bu insanları! Yazar diyorlar ama Türkiye'de herkes yazar!"
(31 Mart 2006-MİLLİYET-Sema Aslan)
(DAMDAKİ MİZAHÇI'NIN DİPNOTU: Müdürün sözlerine dikkat!.. Hiç kimse, herkesi tanıyamaz ama ben sizin gibileri iyi tanıyorum artık!.. Hem senin gibi kötü niyetli bir müdürün, bunca yıldır mizaha-edebiyata-medyaya emek veren birini tanımaması benim gibi bir yazar-çizeri ancak ve ancak MUTLU EDER kardeşim!..)
Savcılık belgeli imza günü
DOĞAN HIZLAN
YAZAR-çizer-gazeteci Cihan Demirci’den; "Karadeniz Ereğli’de ’sabıka kaydı’ rezaleti! Okullarda şiddet serbest, yazar ve kitap yasak!" başlıklı bir e-posta aldım. Artık böyle olayların yazarların başından geçemeyeceğini, aksine onları hayali bir suçlu görmek yerine saygın birer kişi sayacaklarını sanırdım.
Ancak okuyunca durumun pek değişmediği kararına varacaksınız siz de benim gibi: "Bu ülkede yazarlığa 26, çizerliğe 28 yıldır emek vermiş bir insan olarak son 15 yıldır ülkemi karış karış gezerek, özellikle de ilköğretim okullarına ve liselere giderek öğrencilerle bir araya gelmekte, söyleşiler yapmakta, kitaplarımı imzalamaktayım... Daha doğrusu öyle idim demek daha doğru olacak. İzmirli yazar Aydoğan Ayaşlı ile aldığımız davet üzerine 5 günlük bir okul etkinliği için Karadeniz Ereğli’de aldık hafta başında soluğu. Organizasyonu ilçenin Ezgi Kitabevi sahibi Şefik Kalkan düzenlemişti. Üstelik bu etkinlik, okulların yazar ve kitap yüzü gördüğü ender zamanlardan biri olan ’Kütüphaneler Haftası’nda organize edilmişti. İlçe Milli Eğitim Müdürü Turan Akpınar, iki yazardan ’sabıka kaydı’ istedi. Yıllardır Karadeniz Ereğli’nin her tarafına ’Karadeniz Ereğli Bir Avrupa Kentidir’ diye şık tabelalar koyan Belediye Başkanı Halil Posbıyık, bence o tabelaları bir an önce yerinden kaldırsın!.. Çünkü bir Avrupa kentinde böyle rezalet olmaz."
* * *
BEN yazarların okullara gitmesini, özellikle Anadolu kentlerindeki okulları dolaşmasını yürekten destekliyorum. Onlarla konuşmak, tartışmak, özgür bir öğrenci olarak yetişebilmenin koşullarındandır. En azından oraya giden yazarların söyledikleriyle ufukları açılır, yeni dünyaların farkına varırlar.Milli Eğitim Müdürü, sanırım bu son olaylardan sonra ürkmüş, bir bürokratın önlem alma işlemini biraz abartmış. Herkesten sabıka kaydı istenebilir, bu da yasal bir işlem.Ancak, bir Milli Eğitim Müdürü’nün de araştırma yapmasını, hiç olmazsa bilenlere bu kişileri sormasını beklerdim. İkisini de Türkiye tanır. Eğer bir bilgi alamazsa, gelen kişilerin kim ve ne olduğu bilinmiyorsa, o zaman böyle bir belgeye gereksinim duyabilir.Bu tür katı bürokratik davranışlar, oraya gidecek yazarları bezdirir ve gelmemeye başlarlar.Sayın Turan Akpınar bunu unutmamalı ki, o zaman da bu tavırdan en çok öğrenciler zarar görür. Basit bir yasal işlem, bıktırma harekátına dönüşebilir kolayca. Hatta bir sindirme izlenimi verebilir. Yazarlara karşı devletin daima duyarlı olmasını beklerim.
* * *
OKULLARA yazarları sokabildiğimiz ölçüde şiddet ve uyuşturucu azalır.Eğitimcilerin de bunu bildiğini sanıyorum.
(31 Mart 2006-Hürriyet-DOĞAN HIZLAN)
30 Mart 2006
İşte olayın faili "SABIKA KAYITSIZ" iki yazar!!!
Ezgi Kitabevi sahibi Şefik Kalkan sabıka kayıtsız yazar C.D ile... Bu ülkenin eğitim düzenine
Kütüphane haftası mı yakışır,
Ereğli bir Avrupa kentiymiş!
Yıllardır Karadeniz Ereğli’nin her tarafına “Karadeniz Ereğli Bir Avrupa Kentidir” diye şık tabelalar koyan belediye başkanı Halil Posbıyık, bence o tabelaları bir an önce yerinden kaldırsın!.. Çünkü bir “Avrupa” kentinde böyle rezalet olmaz, kültürel bir etkinlik için okula gidecek yazardan “vesika” istenmez, yazarın ve kitabın onuruyla böyle oynanmaz!. Tarafsız olması gerekirken “iktidar” gücü olarak karşımıza çıkanların gerçekleştirdiği bu onur kırıcı uygulamaya bunca yıldır yazan-çizen bir insan olarak “Yazıklar olsun” diyor, bu zihniyeti kınıyorum!.. Karadeniz Ereğli de bu “çağdışı” uygulamayla Avrupa kentliğinden uzaklaşmış, yobaz bir düzenin sularına adım atmıştır. Ey Milli Eğitim müdürü; sen yazarlardan “sabıka kaydı” isteyeceğine, önce öğrencilerin “sabıkalı” olmasına engelleyecek çalışmalar yapsana!.. Sizin asıl işiniz bu değil midir?.. Neredesiniz ey eğitimciler!
27 Mart 2006
26 Mart 2006
CİHAN DEMİRCİ
Bazen tam da yeni keşfettiğiniz, yeni tanıdığınız zaman da yitirirsiniz güzellikleri. 1986’da yitirdiğimiz Haldun Taner ustayla bu duyguyu yaşamıştım ben. Özellikleri tiyatro oyunları ve kabareleriyle beni çocukluğumdan başlayarak fazlasıyla etkilemiş bir yazardı o. Ölümünden bir yıl kadar önce Milliyet gazetesine mizah sayfası hazırlıyorduk. Haldun Taner usta da, yazılarıyla ekibimize katılmıştı. Hayranı olduğum bir yazarla tanışma fırsatı doğmuştu aynı çatı altında. Ancak tanıştıktan kısa bir süre sonra, ölüm haberini aldık büyük ustanın.
Tıpkı bir başka büyük usta Aziz Nesin gibi 1915 doğumlu olan Haldun Taner, ölümsüzlüğünün 90. yılına 16 Mart 2005 günü girdi. Bundan 3 yıl önce sevgili Zeki Alasya’yla Karikatür ve Mizah Müzesinde gerçekleştirdiğim söyleşide, Zeki Alasya altını çize çize şunu söylemişti:
“Haldun Taner olmasaydı bugün biz de olmazdık. Biz Haldun Taner sayesinde Metin’le bir araya geldik. Onun çabaları olmasaydı Zeki-Metin gibi bir ikilinin doğması imkansızdı. Bizi bir araya getiren, Devekuşu’nun kurulmasını sağlayan o’dur...”
Gerçekten de 1967’de kurulan, tam 37 yıl boyunca Türk tiyatrosuna hizmet eden, unutulmaz ekip “Devekuşu Kabare”nin en önemli mimarı Haldun Taner usta olmuştu. Bakın büyük usta, “Devekuşu Kabare”nin kuruluşunu Gülriz Sururi-Engin Cezzar topluluğunun “Tiyatro” dergisinin Kasım 1967 tarihli 9. sayısında nasıl anlatıyor:
“Asık suratlılar, kara ruhlular, buluttan nem kapanlar, burunlarından kıl aldırmayanlar, kendilerini beğenmişler, dediğim dedikçiler, sinamekiler, kasıklar, manyaklar, yavanlar, densizler sakın bize gelmesinler. Bir yerleri incinir, rahatsız olurlar. Yeryüzü konukluğunu çatık kaşla geçirenlere hep birlikte acıyalım. Gerçeğin bir ucu acı ise, öbür ucu gülünç. Bu bahtsızlar hayatı yarım bile değil, sekizde, onda biri ile yaşıyorlar. DEVEKUŞU KABARE TİYATROSU, ışıklı insanların, yani gülmesini bilenlerin tiyatrosudur. Kulübümüze üye yazılmak isteyenlere soruyoruz: ‘Şaka sever misiniz? Kendinizi alaya alabilir misiniz?’ Evetse, sizi candan kutlarız. Olaylara ve insanlara, zaman zaman da kendine bir humor açısından bakabilmek, belirli bir olgunluk ve uygarlık aşamasıdır da ondan. Neşenin, insanın içini ısıttığı, soyut bir benzetme sayılsa bile gücünü artırdığı, umudunu yükselttiği, iki kere iki gibi ispatlanmış bulunuyor...”
‘Kendini alaya alabilmek’
Haldun Taner ustanın 1967’de Devekuşu Kabare Tiyatrosunun kuruluşunda yazdığı bu satırlar bugün de sıcaklığını ve güncelliğini aynen koruyor. Asık suratlı, şaka sevmezlerin iktidarı ülkemizde bugün de tam gaz sürüyor. Üstelik daha da acı olan, ustanın sorduğu “Kendinizi alaya alabilir misiniz?” sorusu, bırakın kabareye gidecek seyirciyi, bugünün ünlü komedyenlerinde, mizahçılarında bile bulunmayan bir özellik ne yazık ki. En başta kendini alaya alması gereken mizahçı ve komedyenler, günümüzde “iktidar” olma peşinde koştukları, burunlarında epeyce kıl biriktiği için Haldun Taner ustanın bu çağrısı bugün daha da büyük bir anlam taşıyor, anlayan için!
Haldun Taner ustayı çocukluğumda “Şişhaneye Yağmur Yağıyordu” öykü kitabıyla tanımıştım ilk kez. Onikiye Bir Var, Yalıda Sabah kitapları düşüyor şimdi aklıma. Varlık Yayınları’nın cep kitapları dizisinden çıkan o sevimli kitaplar... Şu an elimde Şubat 1967’de Varlık Yayınları’ndan çıkmış bir başka kitabı “Konçinalar” var. Bu kitapta Taner ustanın “Şişhaneye Yağmur Yağıyordu” ve "Onikiye Bir var” adlı öykü kitaplarından özel olarak seçilmiş öykülerin bir araya getirilmesinden oluşuyor. Sonra aklıma “Devekuşu’na Mektuplar” adlı kitabı geliyor, kitapta yer alan deneme yazılarındaki keyifli dili anımsıyorum. Haldun Taner’in mizahında günümüzde epeyce es geçilen önemli ayrıntılar var. Yazdıkları keskin ama yerine oturan bir sosyal eleştiri taşıyor ve en önemlisi öncelikle zekaya seslenen ince ve muhalif bir mizah tarzı benimsiyor. Zekanın damıtılmış inceliği de onun mizahının kalitesini ortaya koyuyor zaten. Haldun Taner, sadece öykülerinde ve düz yazılarında değil “kabare” gibi çok geniş kitlelerin ilgisini çekebilen, popüler yanı ağır basan bir oyun türünde bile bu ince mizahı hep korumuştur.
Haldun Taner’in bir başka ilginç yanı da, yazarlığa genç adım atışıdır. İlk öykülerini 1945’lerden başlayarak (yani 30 yaşındayken) ; Yedigün, Yücel, Yeni İstanbul, Küçük Dergi gibi dergilerde yayınlatmaya başlayan Taner, ilk öykü kitabı olan “Yaşasın Demokrasi”yi de 1949’da yani 34 yaşındayken yayınlamıştır. 1951’lerden itibaren ard arda kitaplar yayınlamaya başlayan Haldun Taner, görüldüğü gibi yolun yarısından sonra yazmaya vermiştir kendini. 35’lere kadar kendini yetiştirmeye veren Haldun Taner’in son derece usta ve olgun bir kalem olarak edebiyat dünyasına hızlı girişi, o dönemlerde kimilerine birdenbire bir girişi gibi gelmiştir. Ama deyim yerindeyse Haldun Taner, 30’larından sonra önce edebiyat dünyasına ve de ardından da “kabare” tarzı oyunlarıyla oyun yazarlığına bir girmiş ama pir girmiştir. Hani sanki, “Ben biraz geç başladım bu işlere” der gibi fazlasıyla üreten ama bu fazla üretimde de kaliteden asla ödün vermeyen ender yazarlardan biri olmuştur.
Bakın Türk şiirinin büyük ustası Behçet Necatigil, onun için neler diyor: “İlk hikayesi ‘Töhmet’ 1945’te Haldun Hasırcıoğlu takma adıyla Yedigün dergisinde çıkan, sonra birkaç hikayesiyle Yücel dergisinde (1947-1948) görünen Taner, 1948’den sonra hikayecilerimiz arasında yer aldı. Klasik hikaye anlayışı içinde, gücünü gözlem ve yergiden alan; konuları büyük şehrin tipik ve türedi yaşamalarından gelme hikayeleriyle tanındı. Sonra, bir süre fıkra yazarlığı hariç, çalışmalarını tiyatro alanında topladı...”
“Dünyanın en karamsar insanları mizahçılar oluyor...”
1986’da yitirdiğimiz Haldun Taner’le ölümünden çok kısa bir süre önce Yalçın Pekşen, o zamanlar çalıştığı Cumhuriyet gazetesinde bir röportaj yapmıştı. Bakın bu röportajda Haldun Taner, bir sıkıntıdan bahsediyor. Sonrasında Yalçın Pekşen soruyor: “Sıkıntı dediniz, neyin sıkıntısı bu?..” Ustanın yanıtı: “Bu sıkıntı yazmanın zorluğu. Yazmak aslında bir nevi rahatlayış ve boşalıştır. Ama yazmanın en güzel dönemi yazmış olmak dönemi. Yani bittiği zaman. Halbuki yazarken insana hakikaten stres yapar. Doğum sıkıntısı gibi. Sonra iş bitince rahatlama devri gelir. Tedavisidir işin. Bence resim yapabilen, yazı yazabilen insanlar sinir hastalıklarına daha az tutulurlar. Sıkıntıyı boşaltma imkanları vardır çünkü.”
Bunun üzerine Pekşen soruyor: “Oysa siz mizah yazıyorsunuz. Herkes neşeli bir iş sanır bunu?..” Bakın Haldun Taner bu soruya nasıl yanıt veriyor: “Beni mizah yazarı sayıyorlar. Evet benim hikayelerimde gülümsenebilir bir şey var. İnce mizah. ‘İroni’ diyorlar ama dünyada zaten kural gibi bir şey. Dünyanın en karamsar insanları mizahçılar oluyor. Mizah yapan insanın yapısı neşeli değildir.”
“Neden?” sorusuna şöyle yanıt veriyor Taner usta: “Galiba neşesini yazısına boşalttığı için. Özel yaşamına kalmıyor belki...”
Haldun Taner, röportajın finalinde sözlerini şöyle noktalıyor: “Bir daha dünyaya gelirsem yine yazar olurum... Çünkü bir insanın en büyük mutluluğu mesleğini sevmesi... Meslek insanın hayatının en büyük kısmını dolduruyor. Mesleğinde mutlu olmayan insan yaşamının büyük bir kısmında mutlu değil demektir...”
Müthiş oyunlar...
Haldun Taner’in birbirinden akıcı, sarsıcı, etkileyici oyunlarını nasıl saymalı. “Keşanlı Ali Destanı” sadece onun değil Türk Tiyatrosunun en önemli kilometre taşlarından biri. Ve birbiri ardına sıralanan o müthiş oyunlar: Vatan Kurtaran Şaban, Sersem Kocanın Kurnaz Karısı, Günün Adamı, Dışardakiler, Ve Değirmen Dönerdi, Lütfen Dokunmayın, Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım, Fazilet Eczanesi, Eşeğin Gölgesi, Ayışığında Şamata... Bunların her biri derin izler bırakmış, unutulmaz oyunlar.
Haldun Taner’e komediler yazdığını duyan bir Alman profesör zamanında o’na şöyle demiş; “Akıntıya kürek çekiyorsun, bu memlekette çocuklar bile gülmüyor, çocukları bile gülmeyen bir milleti güldürmek, Müslüman mahallesinde salyangoz satmak gibi bir şey.” Haldun Taner bunun üzerine şöyle demiş: “Bu millet Nasreddin Hocasına, İncili Çavuşuna, Bekri Mustafasına, Bektaşi Fıkralarına, taşlama skalası çok dar da olsa Meddahlarına, Ortaoyuncularına, Karagözcülerine dolu dolu gülmüş. Kuyruk acılarını gülmekle boşaltmaya susamış olduğunu her vesileyle göstermiş. " Bir süre sonra, Köln’de sahnelenen “Keşanlı Ali Destanı”nı seyreden bu Alman profesör, işçilerin içten kahkahalarını bir rastlantı eseri bizzat görüp yaşayınca, ilk teşhisinde ne kadar yanıldığını Haldun Taner’e dakikalarca süren bir özürle belirtmiş.
Haldun Taner’in büyük desteğini gören, onun sayesinde yazar olduğunu her fırsatta dile getiren tiyatro oyuncusu ve yazar Ferhan Şensoy, ustası Haldun Taner’le ilgili olarak “Haldun Taner Kabare” adlı oyun kitabının girişinde şunları söyler: “Haldun Taner bana; ‘Sen kabarecisin’ dediğinde on yedi yaşımdaydım. Kabare nedir bilmiyordum. Okulda arkadaşlarımı eğlendirmek için öğretmen taklitleri yapıyordum...Yaptığım gösterinin kabare olduğunu bana Haldun Taner öğretti. Ben o yaşımdan itibaren Devekuşu Kabare Tiyatrosu’nun sürekli izleyicisi oldum. Kabarenin devingenliği, güncelliği, siyasal yanı ve her gün değişkenliği içinde havamı buldum. O tiyatroya skeçler yazarak, ‘Haneler’ oyunumu yazarak, tiyatro yazarı oldum.”
Genç tiyatroculara ayrı ve özel bir önem veren pek çok tiyatro oyuncusunun Türk tiyatrosuna kazandırılmasını sağlayan bir başka önemli özelliğe sahipti Haldun Taner. O, has bir Modalı’ydı. Daha da yakından tanıdığım Sadık Şendil usta gibi gerçek bir İstanbul beyefendisiydi. Bugün Moda burnunda duran büstünün bakımsız ve sahipsiz hali bir Modalı ve Kadıköylü olarak beni ayrıca üzüyor. Ama gene Kadıköy’de bulunan, ilk kadın tiyatro oyuncumuz “Afife Jale”nin büstünün zavallı, perişan halini görünce Haldun Taner’in büstünün durumu gene de iyi diyorum!..
O unutulmaz tirad
İlk kez 11 Ekim 1969’da sahnelenen “Sersem Kocanın Kurnaz Karısı” adlı epik tiyatro anlayışına sahip unutulmaz oyunu düşüyor büyük ustanın şimdi aklıma. Bu oyunun final sahnesi de unutulmazdır. Hamlet’in “Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu” su ne denli önemli ve unutulmazsa, Münir Özkul’un muhteşem oyunuyla sahneye taşıdığı Tomas Fasülyeciyan’ın final tiradı da o denli önemli ve unutulmazdır. Her gerçek sanatçının kafasına kazıdığı, Fasülyeciyan’ın o müthiş final tiradı nasıl unutulur:
“... Zaten aktör dediğin nedir ki? Oynarken varızdır. Yok olunca da sesimiz bu boş kubbede bir hoş seda olarak kalır. Bir zaman sonra da unutulur gider. Olsa olsa eski program dergilerinde soluk birer hayal olur kalırız. Görorum hepiniz gardroba koşmaya hazırlanorsunuz. Birazdan teatro bomboş kalacak. Ama teatro işte o zaman yaşamaya başlar. Çünkü Satenik’in bir şarkısı şu perdelerden birine takılı kalmıştır. Benim bir tiradım şu pervaza sinmiştir. Hıranuş’la Virjinya’nın bir diyaloğu eski kostümlerin birinin yırtığına sığınmıştır. İşte bu hatıralar, o sessizlikte saklandıkları yerden çıkar, bir fısıltı halinde yine sahneye dökülürler. Artık kendimiz yoğuz. Seyircilerimiz de kalmadı. Ama repliklerimiz, fısıldaşır dururlar sabaha kadar. Gün ağarır, temizleyiciler gelir, replikler yerlerine kaçışır. PERDE!”
1915... 2005... Bu büyük ustayı, ona asla “perde” demeden, ölümsüzlüğünün 90. yılında, bu yazıyı yazdığım, çok sevdiği Moda burnundaki bir damın üzerinden selamlıyorum, gelecek yazıya dek dam üstünden gülekalın...
(Alıntı: İMGE ÖYKÜLER DERGİSİ-Damdaki Mizahçı/ Cihan Demirci- Sayı:3 Haziran-Temmuz 2005)
25 Mart 2006
Mizah edebiyatımızda bir kilometre taşı: Hüseyin Rahmi Gürpınar
CİHAN DEMİRCİ
Sevgili dostlar, bulunduğum dam üstünden hepinize merhaba. Şimdi “Damdaki Mizahçı”nızla birlikte 1970’li yılların hemen başlarına gideceksiniz. Yıl: 1972-1973 filan... İlkokuldayım, 4. sınıfta. Bir mizah yazarının kitaplarını keşfediyorum. Bu keşfi yapmamda edebiyat öğretmeni olan babamın da pek farkında olmadan katkısı var. Zira kendisi öğretmenlik yaptığı okulun kütüphanesi için Cağaloğlu yokuşundaki yayınevlerinden sık sık kitap alıyor, özellikle de her kitaptan iki tane almaya çalışıyor. Biri okula alınıyor kitabın, diğeri bizim eve. Ağabeyimle paylaştığım odadaki küçük kitaplık yetmiyor onca kitaba ve odamızın her tarafı bir anda kitapla doluyor. Sabah yataktan kalktığımda ilk merhabamı çevremi sarmış, yatağımın altına kadar girmiş kitaplara veriyorum. Onca kitap arasında, epeyce kitabı olan bir yazarın kitapları dikkatimi çekiyor. Bu yazarın adı: Hüseyin Rahmi Gürpınar...
Özellikle ilkokul 5. sınıfta, orta bir ve iki’de sürekli Hüseyin Rahmi kitapları okumaya başlıyorum. İlkokula başladığım ilk yıllarda okuduğum, beni hüngür hüngür ağlatan Kemalettin Tuğcu’nun kitaplarından çok farklı geliyor bana Hüseyin Rahmi’nin kitapları. Öncelikle çok iyi bildiğim ve sürekli gözlemlediğim bir dünyayı anlatıyor. Zira benimde tıpkı Hüseyin Rahmi usta gibi çocukluğum İstanbul’un en eski ve en renkli semtlerinden birinde, Aksaray’da geçiyor. Aksaray Mahmudiye İlkokuluna gidiyorum. Okula giderken girdiğim kestirme sokak, arnavut kaldırımlı, daracık bir Aksaray sokağı. Bu sokak ve benzerleri Hüseyin Rahmi’nin roman ve öykülerinde birebir karşıma çıkıyor adeta. Yanyana sanki baraj kurmuş futbolcular gibi eğreti bir şekilde birbirine yapışmış, çoğu dökülmekte olan cumbalı ahşap evler, o cumbaların önündeki pencerelerden vücutlarının büyük bir kısmı dışarı sarkmış halde gün boyu çevredeki komşu kadınlarla dedikodu yapan, bugünün deyimiyle oldukça “obez” ev kadınları... Sanki günün her saatinde çamaşır yıkamakta olan bu kadınların ıslak ıslak astığı çamaşırlardan tepemize inen su damlacıkları...
Okuduğum her Hüseyin Rahmi kitabı beni bu yazara daha da yaklaştırıyor. O sıralarda yeni çıkmaya başlamış Salata ve Gırgır adlı mizah dergileriyle birlikte en büyük tutkum oluyor artık onun yazdıkları. Ne de olsa içinde yaşadığım bir semtin elli-altmış sene önceki hallerini anlatıyor Hüseyin Rahmi. Ortaokul yıllarımın da en önce gelen yazarı o, özellikle lise yıllarında yerini Aziz Nesin alana dek. Mizahla profesyonel anlamda uğraşmaya başladıktan sonra merak edip, hayatını daha ayrıntılarıyla keşfediyorum Hüseyin Rahmi ustanın. Çok sonraları anlıyorum ki, mizah yazınımız roman ve öykü anlamında nerdeyse onunla başlamış. Bugün, gönül rahatlığıyla “Mizah öykücülüğümüz ve mizah romancılığımız gerçek anlamda ilk kez Hüseyin Rahmi Gürpınar’la başlamıştır” diyebilirim.
Aksaray, Langa...
Mizahı sevmemde ve mizaha bir sevgili gibi tutkuyla sarılmam da çok büyük payı olmuş bu ustayı gelin biraz daha yakından tanımaya çalışalım şimdi.Türk mizah yazınının temel taşlarından olan Hüseyin Rahmi Gürpınar, 19 Ağustos 1864’te İstanbul’da Ayazpaşa semtinde doğmuş. Henüz dört buçuk yaşındayken annesini kaybetmiş. Babasının ikinci kez evlenmesi üzerine o artık büyükannesinin İstanbul Aksaray’daki evinde teyzesi ve komşu kadınların arasında büyümüştür. İşte bu Aksaray’da ve çevresinde bir sürü kadınla büyüme durumu sanırım Hüseyin Rahmi ustayı mizahçı yapmış. Çelimsiz bir çocuk olduğu yazılı kaynaklarda. İlk gittiği mahalle okulunda hocasının suratına su sıktığı için dayak yeme korkusuyla okuldan kaçmış küçük Hüseyin Rahmi. Sonrasında da belli ki okulu pek sevmemiş. Çantasını alıp okula gidiyorum diye evden çıkıyor, çantasını bir kovuğa saklayıp aylak aylak dolaşıyormuş Langa senin, Aksaray benim.
Bunları yıllar sonra okuduğum zaman, tam da dama çıktığım bir dönemde içim bir tuhaf olmuştu doğrusu. Zira ben de benzer şeyler yapardım hemen hemen aynı semtlerde. Gerçi okuldan korkan, okulu sevmeyen bir çocuk değildim, Önlük zorunluluğu bile olmayan, her anlamda harika bir ilkokulda okuyordum şansıma ama ara-sıra okuldan kaçıp mahalle arası maçlarına dalıyordum ki, bir keresinde kale olarak kullandığım okul çantam bile çalınmıştı.
Hüseyin Rahmi, yaramaz bir çocuk olarak sonrasında büyük teyzesinin evine kaçmış. Sonrasında eniştesi onu başka bir okula yazdırmış. Böyle zor okuyan bir çocuk birden bire Mülkiye Mektebinde bulmuş kendini, yani bugünün Siyasal Bilgiler Fakültesinde. Sonrasında 1908’e yani Meşrutiyet ilanına dek memurluk yapmış. Sonrasında yaşamını hep kalemiyle sürdürmüş, 1935-1943 yıları arasında iki dönem de milletvekilliği de yapmış bu arada. Yaşamının son 30 yılını yalnız geçirdiği Heybeliada’daki köşkünde 1944 yılında, 80 yaşında veda etmiş dünyaya.
Benim çocuk yaşta ardı ardına okumaya başladığım Hüseyin Rahmi kitaplarını Atlas Kitabevi doğumunun 100. yılı nedeniyle 1964 sonrasında basmaya başlamış ve Hüseyin Rahmi’nin kitapları bu yayınevinin özverili çalışması sayesinde 60’ların sonları ve 70’lerin başlarında yeniden moda haline gelmişti.
Üretken bir kalem
70’den fazla eser verdiği belirtilen Gürpınar’ın, kitaplarını bugünün diline göre yeniden sadeleştirilmiş, elden geçirilmiş haliyle günümüzde Özgür Yayınları külliyat olarak yayınlamış bulunuyor. Ben, Atlas Kitabevi’nden okuduğum pek çok kitabını dam üstünde bu yazıyı yazarken yeniden elden geçiriyorum. Bazılarının isimlerini sayayım: Şık, Mürebbiye, Şıpşevdi, Utanmaz Adam, Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç, Ben Deli miyim, Cadı, Tutuşmuş Gönüller, İki Hödüğün Seyahati, Melek Sanmıştım Şeytanı, İnsanlar Maymun muydu?, Kadın Erkekleşince, Mezarından Kalkan Şehit, Acı Gülüş, Can Pazarı, Billur Kalp, Efsuncu Baba, Gulyabani, Hayattan Sayfalar, Dirilen İskelet, Kaynanam Nasıl Kudurdu (Semra Kaynana meraklılarına özellikle tavsiye edilir!), Kokotlar Mektebi, Ölüm Bir Kurtuluş mudur?, Toraman, Metres, Tesadüf, Boşanmış Kadın, İffet, Şeytan İşi, Nimetşinas, Hakka Sığındık, Son Arzu...
Hüseyin Rahmi Gürpınar, doğal bir dile sahiptir. Son derece akıcı bir üslubu vardır ki bu akıcılık onun mizah gücüne güç katmıştır. Bakın Ahmet Hamdi Tanpınar onun için neler diyor: “Türk romanında hakiki konuşma Hüseyin Rahmi‘yle başlar. Onda her cins adam ve her cins konuşma vardır. Hüseyin Rahmi’nin büyük kuvveti insan yaratmasını bilmesidir. Kahramanları kitabın ortasında tabii muhitlerindeymiş gibi yaşarlar. Biraz fazla saçılır, dökülürler! Ama yaşarlar. O, halkımızı ve hayatımızı tanıyan yazarlardandır. Ama asıl edebiyatımıza sokak onunla girmiştir...”
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın da işaret ettiği gibi edebiyatımıza “sokak” gerçekten de tam anlamıyla onunla girmiştir. Hüseyin Rahmi’nin roman ve öykülerinde İstanbul’un kenar mahallerinin soluk alan, yaşayan sokak dili vardır. Tanpınar’ın onun mizahında eksik olarak gördüğü tek şey, mizahının psikolojiyle birlikte yürümemesidir. Tanpınar’a göre, Gürpınar’da insanları birey olarak görmemesi yüzünden bir psikolojik boyut eksikliği vardır ama gene onun deyişiyle, Hüseyin Rahmi bu eksikliği yaşama sevgisiyle giderir.
Mustafa Nihat Özön ise, onun “İstanbul Türkçesi”ne olan hakimiyetine dikkat çekerek şöyle der Hüseyin Rahmi için: “...Asıl özelliği şahıslarını konuşturduğu bölümlerdir. İstanbul Türkçesini bütün özlüğü ve özelliğiyle ondan kuvvetli, ondan canlı olarak kimse kullanmış değildir. Hüseyin Rahmi’nin bu yanı her zaman incelenmesi gereken bir değerdir...”
Hüseyin Rahmi’nin önemli bir uğraş alanı da, yaşadığı yıllarda dinin hayat üzerinde yarattığı ağır baskı ve tahribatla öykülerinde, romanlarında dalgasını geçmesidir ki, bu özellikle üzerinde durulması gereken bir durumdur. Hüseyin Rahmi, pek çok öyküsünde ve romanında cinlerle, perilerle, dini bağnazlıktan beslenen doğa üstü güçlerle alay eder, bunların ne denli boş, anlamsız, batıl inançlar olduğunu bize sıkça gösterir. İsmet İnönü, onun bu özelliğinin; “Halkın zihnini cumhuriyet devrimlerine hazırlamak yönünde gerçekten yararlı olduğunu” söyler.
Bakın Nazım Hikmet 21 Mayıs 1935 tarihli Tan gazetesinde onun hakkında neler yazıyor: “Çocukluğumu, delikanlılığımı ve kırkına merdiven dayayan yaşımı kitaplarında toplayan bir yazıcı olduğu için onu, şu veya bu düşüncenin dışında, tabiatın bir görünüşünü sever gibi severim... Hüseyin Rahmi, yalnız kendi alnının teriyle tanınmışlığını yapan bir büyük yazıcıdır. Bu bakımdan da onu sayarım. Bugün kaç yaşındadır, bilmiyorum. Ancak bir büyük yazının ara sıra kutlulanması yaşına bağlıysa, bu yaşa nasıl olsa çoktan gelmiş olduğunu sanıyorum. Ve yine sanıyorum ki, halkın en çok okuduğu bir büyük artisti kutlulamakta geç bile kalınmıştır.”
Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın bir önemli özelliği de, mizahının arka planında geleneksel figürlerin oldukça fazla olmasıdır. Bu figürler meddah, karagöz ve orta oyunu tarzından fazlasıyla beslenmiştir. Temaşa geleneğinden gelen bu beslenme Hüseyin Rahmi’nin bütün roman ve öykülerinde karşımıza çıkar nerdeyse.
Yaşdaşı olan bir başka büyük usta Ahmet Rasim daha çok makaleleriyle mizahta yepyeni ufuklar açarken, o roman ve öyküleriyle mizahın edebiyat içersinde yeşermesini sağlamıştır. Ondan çok sonra Türk mizahının bir başka büyük ustası olan Haldun Taner de pek sevmiştir Hüseyin Rahmi’yi. Onun mizahını “hafif” bulanlara şöyle seslenir bundan tam 31 yıl önce: “Çatık kaşlı yazmanın ciddi, derin yazmak sanıldığı, anlaşılmamanın seviyelilik diye yutturulduğu bir ortamda ona ‘avami’ denilmesinin, mizahçılığının hafiflik gibi yerilmesinin nedenleri kolay anlaşılır.”
Onun halka yakın mizahını, halka uzak, seçkinci bir edebiyata tercih ettiğini söyleyen Haldun Taner, Hüseyin Rahmi’nin edebiyatımıza getirdiği yeniliği şöyle anlatır: “Asıl getirdiği yenilikse, ‘Ağır otur da molla desinler’ fetvasınca edebiyat eşit ciddilik sanan bir toplumun edebiyatına, mizah denen bir açının varlığını hatırlatmış ve gözlemlerini, yorumlarını bu felsefi distanstan faydalanarak sunmuş olmasıdır.”
Aslında Hüseyin Rahmi’nin mizahının başına gelenler sonrasında onun mizahının çok ötesinde bir şekilde, toplumsal ve siyasal bir zeminde mizah yapan Aziz Nesin’in de başına gelmiştir. Sanırım bu “mizah” denen aslında son derece ciddiye alınması işin ülkemizde hep “hafiflik” olarak algılanmasındandır. Üstünde kafa yormaya bile gerek görülmediği için mizahımızın edebiyatla olan yakın akrabalığı aslında çok uzun yıllar karambole gitmiş, gözlerden ve kalemlerden uzak tutulmuştur. Mizahı, hem halktan hem de edebiyattan koparmaya çalışan bir zihniyet Hüseyin Rahmi Gürpınar gibi değerleri de kolayca edebiyat düzleminde değerlendirmemiştir haliyle. Haldun Taner ustanın da yakınması bundan değil midir zaten.
Geçmişte mizahı ve mizahçıyı hak ettiği düzlemde değerlendiremeyen ve edebiyatın içersinde olması gereken yere yerleştiremeyen edebiyatımız için artık böyle bir sorun pek kalmamıştır diyebiliriz. Zira günümüzün post-modern edebiyat anlayışı içersinde mizah artık eskiden olduğu gibi keskin çizgilerle edebiyattan ayrılamamakta onun içersinde bir yerlere yapışıp kalmaktadır.
Edebiyatla yıllarca süre gelen o sağlıksız ilişki sonucunda edebiyata aşkını rahatça yaşamayan ve sonunda ona yapışmak durumunda kalan mizah, günümüzde o en önemli yanlarından ikisini, yani samimiyetini ve muhalif duruşunu oldukça yitirmiştir. Bu şekliyle oldukça sıradanlaşmış ve sadece stand-up şov tadına inip, televizyonların elinde ucuz bir reyting malzemesi haline getirilmiştir. Bunun ötesinde gözden kaçmaması gereken ince bir durum daha var. Mizah dergiciliği geleneğinden gelerek, maddi anlamda güçlenip, günümüzde kendi patronu haline gelebilen mizahçı zamanında kendine yüz vermeyen edebiyatçı takımını kendi çıkardığı dergilere telif karşılığında yazar edebilmektedir artık. Acaba bu ilginç durum, o haylaz, o bitirim, o mizah denen sokak çocuğunun, kendi yöntemleriyle çatık kaşlı edebiyattan bir çeşit intikam alması mıdır, ne dersiniz?..
Damdaki Mizahçınızın başka damlara atlama zamanı geldi, gelecek yazımıza dek, dam üstünden şimdilik gülekalın...
(Alıntı: İmge-Öyküler Dergisi-Damdaki Mizahçı/Cihan Demirci Sayı:2 Nisan-Mayıs 2005)